6 Aralık 2012 Perşembe

YATAKLARINDA SAKLANAN BABALAR


Utanma duygusu anlatılacak, anlatılarak hissettirilebilecek bir duygu değildir.

Öyle bir anda, öyle beklemediğiniz bir anda karşınıza gelir ki; o andan itibaren çaresiz teslimiyeti yaşarsınız.

Yüreğiniz daralır, boğazınız size yabancılaşır ve etrafınızdaki herkes size bakıyor gibidir.
Bakmasalar bile bakıyorlar gibidir.
Ve size her şey çok ağır gelir.

Evden işe diye çıkıp, akşama kadar dolaşan ve eve gelir gelmez “yorgunum” diyerek tek kelime konuşmayan babalara olduğu gibi…

Bir dakika evde dolaşsa; çocuğu belki bir şey ister diye uykusu olmasa bile yatan babalar gibi…
Kimse bilmez ama yatağa saklanan babalardır onlar.

Onlar aynı zamanda da karısından utanan; hayat arkadaşına, yol arkadaşına yabancılaşan erkeklerdir.

Fakirlik böyle bir şeydir.
“Yokluk terbiye eder” derler ya; inanın yalandır o.
Koca bir yalan.

Yokluk çekenler; mahkûm oldukları yoklukta eriyen, eridikçe yavaş yavaş yok olan insanlardır.

Çünkü yoklukla kişilikleri bastırılır.
Ve içi de, dışı da kayıp insanlar olurlar.
Fakirlik böyle bir şeydir.

Sadece gönül zenginliği yaratır yokluk.
Vereceklerinin kıymeti; veremediklerinden fazladır çünkü.

Susar o yüzden fakirler.
İçlerindeki zenginlikte kaybolurcasına…

Utandıklarını yerin dibine gömerler; kendilerini saklayamadıklarından
Umut dünyasının sonsuzluğunda kader diye sessizliklerinde avunurlar.
Başka yapacak bir şeyleri olmadığından.
Fakirlik böyle bir şeydir.

Utanırlar.
Utandıklarını yerin dibine gömerler; kendilerini saklayamadıklarından

Utanma duygusu; anlatılacak bir duygu değildir.
Öyle bir zamanda gelir ki…
Çaresiz teslim olursun.

Yataklarında saklanan babalar gibi…


https://twitter.com/yazmasamolmazdi
https://www.facebook.com/msincedemir


24 Eylül 2012 Pazartesi

FONDA MÜZİK


Karanlıkta denize girmek müthiş bir tecrübedir.
Keyfin tecrübesi…

Hele bunu bir tekneden değil de bir sahil kasabasında herkes çekildikten sonra yaparsanız; bunun inanılmaz keyifli olduğunu işte o anda, denize girdiğiniz o anda hissederek ve de hissettiğinizi yaşayarak anlarsınız.

Kulaçlarınız sizi sahilden uzaklaştırdığında, artık sahille aranıza deniz yerleştiğinde; bu sefer garip bir duyguya kapılırsınız.

Yalnızlık sarar sizi ama içinizdeki kimsesizliğiniz de; sizi sarmalayan yalnızlığınızı yalnız bırakmamıştır.

Hatta zaman zaman karanlık; tarifi zor bir korkuyu yalnızlığınıza ve kimsesizliğinize eşlik etsin diye içinize getirir.

Ve tabi deniz; dalgaların sessizliğindeki fon müziği ile hepsine ve o anınıza renk katarcasına size eşlik ediyordur.

Siz ise sadece dinleyici, sadece figüransınızdır.
Tıpkı yaşamınızda olduğu gibi…

Başrolünü sizin oynadığınız yaşamınızda bazen sadece figüran olduğunuzu anladığınız gibi…

Öyle çaresiz…
Öyle yalnız…
Öyle kimsesiz…
Öyle korkak…

Ve fonda bir müzikle…

14 Eylül 2012 Cuma

GÖZLER UNUTURSA SEVMEYİ

Gözler unutursa sevmeyi…
Tükenmiştir tüm hayaller.
Hayale dair yolun bitmiştir çünkü.
Artık sevgin anılarına yerleşmiş, geleceği başka rüzgârlara teslim etmiştir.

Gözler unutursa sevmeyi…
Ne sözler kalır ne de umut verenler.
Bir anda yalnızlaşırsın hayatta…
Hayatındaki onca kalabalığın içinde kimsesizleşirsin çünkü.

Gözler unutursa sevmeyi…
Aşk seni terk etmiştir.
Çırpınsan da geri gelmez.
Bulamazsın çünkü artık; sevgiyle sana bakanı, her anına hasret olanı.

Gözler unutursa sevmeyi…
Seni sana bırakmıştır; adı sende saklı olan sevgin.
Sensizliğe gitmiştir çünkü.
Artık yaşam senin için daha sevgisiz, sevgi daha anlamsızlaşmıştır çünkü.

Gözler unutursa sevmeyi…
Sen istediğin kadar unutma; ufuklarda gizlenenler bile senden gitmiştir.
Hayallerin terk etmiştir seni çünkü.

Gözler unutursa sevmeyi…
Ellerinde unutur; dokunmanın güzelliği de seni terk ettiğinden.
Dokunmaktan vazgeçtiğinde…
Ya da senden vazgeçildiğinde…

Gözler unutursa sevmeyi…
İçin almaz artık başka bir aşkı ve sevmeye dair her şeyi…
Kalbini kırıp, parçalayarak atmıştır yüreğinden seni çünkü…

Gözler unutursa sevmeyi…
Kırgınsındır umutlarına, hayallerine, aşkına…
Vazgeçildiğini bilirsin çünkü gözlerinle beraber sevginden ve senden…

6 Eylül 2012 Perşembe

ÖZLEDİM SANIRIM


Sanki sen varmışsın yanımda,
Ben oturmuşum karşına, bacaklarımı çekmişim kendime sımsıkı
Elimde bir şiir kitabı, okuyorum sana fısıldar gibi
Ama ne ben farkındayım ağzımdan çıkan kelimeleri,
Ne de sen anlıyorsun…
Aklımızda sevda, bende sen, sende ben…

Sanki sen varmışsın yanımda,
Ben uzanmışım yatağa, sırtımı sana dayamışım
Bacaklarımız ayaklarımız karışmış birbirine
Ellerini dolamışsın bedenime, ensemde nefesini duyuyorum
Bir şeyler mırıldanıyorsun;
Gözlerimi mi özledin diyorsun yoksa…

Sanki sen varmışsın yanımda,
Yüzükoyun uzanmışım yanına, yüzümü gömmüşüm yastığa,
Hiçbir şey görmüyorum, duymuyorum, sadece bekliyorum,
Sonra bir dokunuş var hissettiğim, omzumda
Öyle hafif öyle sessiz ki
Sırtımda ılık bir meltem esintisi başlıyor sonra, arada dalgaların narin dokunuşu…

Kokunu duyuyorum…

Özledim sanırım seni ben…

4 Eylül 2012 Salı

GERDEK GECESİNİN RESMİ

Düğün resmi yazımı okuyanlar hatırlayacaktır. O resimlerde damada ve geline; biraz da zorla ve bence zaman zaman komik denecek pozlar verdirildiğini yazmıştım.

Evet birbirlerini seven çiftlerin hayatlarını birleştirdiği zamanları hatırlatan veya o anı; çerçevelerin arasında kalsa bile yitip gidecek hafızallara karşı korumak; elbette çok özel ve güzel.

O yazımda kısaca; düğün resimlerinin daha doğal olması gerektiğini yazmıştım. Ama daha yazımın mürekkebi kurumadan gazetelere yeni bir haber düştü.

Artık düğün resminin dışında düğün gecesinin sabahının resimleri çekilmeye başlanmış.
Sadece iki kişiye ait özel bir gecenin sabahında çekilen resimler; eğer gizli kamera ile çekilmiyorlarsa, o resimler; benim bakış açıma göre kesinlikle sahtelerdir.

Bir anlamda poz verilerek çekilen resimlerdir. Ve bence en başta o iki kişinin kendi kendilerini kandırdıklarının belgesidir; aslında o resimler.

Ben düğün resimlerinde erkeğin diz çökmesinin bile sahteliğinden bahsetmişken, şimdi düğün gecesinin sabahında odaya ya da eve alınan fotografçıya; belki yatakta sarmaş dolaş, belki kahvaltı yaparken daha doğrusu yapar gibiyken resimler çekilecekmiş.

Diz boyu sahtekarlık yani...

Neymiş düğün fotografçılığında yeni bir trendmiş.

Yemişim bu trendi...

Sahtekarlar...

3 Eylül 2012 Pazartesi

DÜĞÜN RESİMLERİ

Düğün resimlerine dikkat etiniz mi bilmem ama edenler gayet iyi bilirler.

Hemen hemen tüm düğün resimlerinde, daha doğrusu stüdyolarda veya profesyoneller tarafından çekilen düğün resimlerinde; bir hikâye ya da resme özellik katmaya çalışılmak istercesine verilen, daha doğrusu gelin ve damada verdirilen pozlar vardır.

Geçenlerde okuduğum gazetelerin birinde; deniz kenarında çekilen bir düğün resminde gelin; elindeki gelin çiçeğini karşısında ve ondan yaklaşık iki metre uzağındaki damada doğru uzatıyordu.

Gelin biraz belinden eğilmiş halde elindeki gelin çiçeğini damada doğru uzatırken, damatta bir eli cebinde olduğu halde diğer elini çiçeğe doğru uzatıyordu.
Ki aslına bakarsanız; zaten ne çiçek öyle verilmek için uzatılır, ne de onu almak için el; öyle uzatılır.

Neden gelinle damada böyle garip ve bence zaman zamanda komik pozlar verilir; anlamak mümkün değil.

Değil ama “Stüdyoda ya da profesyonel birisi tarafından çekilmiş olan düğün resimlerinde; hep böyle garip pozlar vardır” derken iddialıyım.

Evliler ve böyle resim çektirenler bilirler; çünkü onların evlerinde mutlaka böyle poz vermiş oldukları düğün resimleri illaki vardır.

Mesela erkeğin diz çökmüş halinin yer aldığı bir resim hemen hemen her evde evliliğin ilk gününden hatıradır.

Ki zaten o resmin dışında da bir daha erkek eşinin önünde diz falan çökmez. Belki de o yüzden böyle bir poz; evlilik resimleri arasında çok popülerdir.

Kim bilir belki de kadının hayat boyu için için sığındığı bir enstantanedir.

Sonra mutlaka çoğu gelinin nazlanır edaları ile damada arkasını dönmüş bir resmi de vardır.

Hayatı boyunca nazlanacağını sanarak keyifle verdiği…
Ama aslında bir ömür erkeğin nazını çekeceğini bilmediğinin resmidir o resim.

Ve tabiî ki o an; resmi çekenin hayal gücü ve yaratıcılığının eseri bir poz; olanca sahteliği ile geline ve damada verdirilmiştir.

Tekrarı olmayan ve resim güzel olsun diye zaman zaman zoraki gülümsendiği belli olan resimlerdir onlar.

Evet, anıdır ama neden doğal anıların değil de böyle sahte anıların peşindeyiz, gerçek yerine böyle sahte ve garip şekillere bürünerek resim çektiririz; anlamak mümkün değil.

Değil ama değil diye diye bu resimler çektirilmeye devam edilecektir onu da bilirim.

Es kaza “ben böyle bir resim çektirmeyeceğim” diyen çıkarsa; yeminle dediğine bin defa pişman olacaktır.

Ki zaten ondan sonra gülse bile gülmesi gülme olmaz ve içindeki isteksizlik; resimle sabitlenen yüzündeki sahtekârlığa gizlenmiş olur.

30 Ağustos 2012 Perşembe

TÜRK YILDIZLARI


Gökyüzünün kartalları, havadaki gururlarımız Türk Yıldızları; her 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda tehlikeli bir şekilde gösteri uçuşları yaparak, izleyenleri heyecanlandırır ve gösteri bittiği anda; sadece alkış değil, yürekten söylenen “helal olsun” sözlerini hak ederek alırlar.
Bugün de alacaklarına eminim…

Pilotlarımız zaman zaman ters uçarak, zaman zaman kullandıkları uçakları; sanki uzaktan kumanda ile yönetiyorlarmış gibi izleyenlere “yok artık” dedirtecek kadar tehlikeli ve bence korkutucu şekilde riskli kullanırlar.

Hiç unutmuyorum 2009 yılındaki 30 Ağustos törenleri sırasında; “Türk Yıldızları” adı verilen ve sekiz uçaktan oluşan uçak filosu; riskli ve tehlikeli şekilde birbirlerine bir metre uzaklıkta uçmuşlardı.

Bunu; gösteriyi anlatan komutan söylemişti.
Ki her gösteride aynı mesafeyle uçtuklarına eminim.

Çünkü onlar gerçekten korkusuz ve becerikliler.
Çünkü onlar Türk Yıldızları…

Ama düşünsenize; iki uçağın aralarındaki mesafe bir metre, şaka değil sadece bir metre...

Normal boylarda bir insanın, ellerini iki yana açtığındaki mesafe bile uçakların arasındaki mesafeden daha fazladır.

Gözünüze bir metrenin ne kadar olduğunu getirin ve bunun bir ucunda bir savaş uçağının kanadının, diğer ucunda da başka bir savaş uçağının kanadının olduğunu düşünün.
Yani iki kanadın arasında olduğunuzu düşünün...
Ve havadasınız; heyecanlı değil mi?

Kanatların birbirlerine en ufak teması halinde; en iyi ihtimalle iki savaş uçağı ziyan olacaktır. Pilotlarımızın kurtuldukları varsayımla en iyi…
Riski hissedebildiniz mi?

Şimdi kendi kendinize sorun lütfen; sadece gösteri amaçlı bir uçuş için milyonlarca dolara mal olan savaş uçakları riske atılır mı?

Sadece gösteri amaçlı bir uçuş için; onca emekle yetişen, gözbebeğimiz pilotlarımızın canı riske atılır mı?

Peki, bu kadar önemli riskler silsilesinin sorumluğunu kim alıyor?
Ondan da önemlisi niye alıyor?


Bence bu gösteri uçuşları artık yapılmamalıdır.
Ama illaki yapılacaksa da en az risk göze alınarak, mesela iki uçak arasında beş on metre civarında bir mesafe korunarak yapılmalıdır.

Bu fikrime katılır mısınız bilmem ama lütfen bizim gururla seyrettiğimiz bir gösteri için, belki de onlarca kez aynı risk altında uçarak hazırlanan bu genç, dinamik ve gözü pek pilotlarımızın ailelerini düşünün.

Onların duyguları sadece gurur mudur acaba?
Onlar, evlatlarının canları pahasına yaptıkları bu gösteriden dolayı nasıl tedirgin oluyorlardır tahmin edebiliyor musunuz?
Sizi bilmem ama ben ediyorum…

Çünkü şehit bir pilotun; Türk Yıldızları şapkasına sahibim.
Gururla ama hüzünlü bir gururla…

30 Ağustos Zafer Bayramınız kutlu olsun…

15 Ağustos 2012 Çarşamba

ŞEHİT BABASININ YÜREĞİNDEN

Gecenin karanlığı onun içindeki karanlıkta kaybolmuştur.

Yaşlı yüreğinin yaşamla mücadele etme gücü zaten azalmışken, artık o; azalan gücü de, yaşamayı da istemiyordur.

Çünkü nefes aldığı her dakika ona fazla geliyor ve geceyi sabaha yolcu ederken, bir türlü tükenmeyen gözyaşları ile kalan yaşam yolculuğunun zoraki yoldaşı olduğunu biliyordur.

Uykuyu ona haram eden gecelerde pencereye yansıyan yüzü; sanki onun değil de bakmaya, dokunmaya kıyamadığının hasret kaldığı yüzüdür.

Artık nereye baksa gördüğü ve bir daha hiç unutmayacağının gülümseyen yüzüdür.

O gülümsemeye dayanamayarak akan gözyaşlarını nasıl tutabilirdi ki?
Nasıl içindeki acıyı saklayabilirdi ki?

O da saklayamıyordu, saklayamazdı da…
Çünkü artık yüreği çektiği acıya dayanamıyordu.

Evet dimdik durmuştu.
Evet, acısını gururunu aynı anda yaşamıştı.
Çünkü öyle hissetmişti.

Ama artık gururu gitmiş, acısı içine iyice yerleşmiş ve her dakika sanki içini çürütür olmuştu.

Buna dayanamayacağını, yüreğinin bunu kaldıramayacağını biliyordu.

Zaten nasıl dayanabilirdi ki?
Nasıl içindeki acıyı tüketebilirdi ki?
Böyle bir acıyla kim baş etmişti de o edebilecekti?

Sonra başını salonun başköşesine çevirip, içindeki acının resmine baktı. Bakmaya doyamadığının resmine…

Artık gözyaşlarını silmeye mecali olmayan ellerini; karanlığın ötesindeki evladının resmine doğru uzattı.

Sanki” neredesin” der gibi…
Sanki “gel” der gibi…
Sanki “yanına al beni” der gibi…

Gündüzleri sessiz ve içine kapanık geçirirken, geceleri sabaha kadar; o resimle konuşarak yarasını sıcak tuttuğunu haykırır gibi…

“Şehit babası olmak böyle bir şey” der gibi…

Ölene kadar; yalnızca acıyla yoldaş olmaya mahkûm olan nice babalar gibi…
Evladına hasreti; gözyaşlarına yerleştirmiş gibi ağladıkça ağladı.

Umutlarını kaybetmişliği ile…
Yaşamdan vazgeçmişliği ile…

İçindeki karanlığındaki yalnızlığında…
“Niye?” diye sorar gibi…

30 Temmuz 2012 Pazartesi

HER GÜN BAŞKA BİRİSİYLE ÖPÜŞMEK

Televizyonda yabancı kaynaklı ve muhtemelen büyük ödüllü bir yarışma programında genç bir adam; program formatında seçilen onlarca kadının arasında kendine eş arıyor.

Kanallar arası dolaşırken tesadüfen denk düştüğüm programda; anladığım kadarı ile yarışmadaki genç kadınların aileleri ile tanışma faslıydı.
Belli ki delikanlı o günü gelin adaylarından birisi ile baş başa geçiriyor ve kızın ailesi ile tanışıyordu.
Böylece eğer evlenmeye karar verirse; evleneceği kadının ailesini de önceden görmüş oluyordu.

Buraya kadar ne normal, ne değil tartışmasına hiç girmiyorum.
Evliliğin önemli olduğuna ve evlenecek çiftlerin birbirlerini yeterince tanımaları gerektiğine sonuna kadar inanan birisiyim.
Yani görücü usulü ile evlenme bana ters.
Ama bu daha da ters…

Neyse efendim yarışmada genç delikanlı ve günün eş adayı; tamamen sevgili gibi davranarak o günü öyle geçiriyorlardı.
Sevgili olunca da haliyle olaya dudaklar karışıyor ve her fırsatta öpüşüyorlardı.
Ama uzun uzun öpüşüyorlardı.

Evet, öpüşmek çok iyidir.
Çiftlerin birbirlerini iyi hissetmelerin sağlar.
Evet, çiftlerin birbirlerine sevgilerini gösterir.
Evet, aidiyet duygusunu yaşatır.
Evet, o anda kendinizi iyi hissetmenizi sağlar.

Tüm bunları ve bunların dışında aklıma şu anda gelmeyen bir sürü iyi şeyi de eminim sağlar.
Çünkü o anda güvendiğiniz kollardasınızdır.

Ama bana bu programdaki öpüşmeler ters geldi.
Çünkü yaklaşık on kadar eş adayının her biri ile farklı bir gün geçiren damat adayı; her gün yeni bir sevgiliyle aşk yaşıyor gibiydi.
Ve her gün farklı bir gelin adayı ile ateşli bir şekilde öpüşebiliyordu.

Evet, o bunu yapabiliyordu da bunu benim kabullenmem mümkün değil.
Mide meselesi yani…

Çünkü bence kadın ya da erkek; her gün başka birisiyle ateşli öpüşmeler yaşayamaz.
Bu mümkün değildir.

Eğer yaşıyorsa; bilin ki içinde sahtekârlık vardır.

Çünkü bir insanın sevmediği birisiyle ateşli bir şekilde öpüşebileceğini benim aklım hiç kesmiyor.
Ve inşallah da aklım hiçbir zaman kesmez.
Ters yani…

Gelin adayları için bu biraz su götürebilir.
Şöyle ki bir gelin adayının bu derece ateşli öpüşmesi; ancak bir gün öncesini bilmemesinden ya da damat adayının bir gün sonrası başka bir gelin adayı ile öpüşeceğini düşünmemelerinden kaynaklanabilir.
En iyimser yaklaşımla…

Tabi bir de muhtemelen yarışma nedeniyle söz konusu olan ortadaki büyük pastayı başkasına kaptırmamanın getirdiği içlerindeki hırstır; böyle ateşli olmalarının nedeni.
Yoksa onlarında bu derece ateşli olacaklarını sanmıyorum.

Ayrıca kadın ya da erkek hiç fark etmez; âşık bir kişinin, seven bir kişinin sevgi içindeyken başka birisiyle öpüşmesi kolay değildir.
Kolay hazmedilir hiç değildir.

Çünkü bu bırakın sevdiği kişiye ihaneti, kendine ihanettir.
Ve böyle bir durumu; az biraz içinde duygu olan birisi kesinlikle kaldıramaz.
Çünkü bu ruha baskıdır, bu iç huzuru kaybetmektir.

Çünkü öpüşmek; içinizdeki sevginin dudaklarınızdan sevdiğinizin dudaklarına yolculuğudur.
Asla benzeri yoktur ve asla gerçek anlamda taklit edilemez.

Çünkü öpüşmek; duygusal bir fırtınadır.

26 Temmuz 2012 Perşembe

YARIMSINIZDIR

Yarım yaşıyorsunuzdur.
Hep bir hayalin peşinden koşarken gerçekle mücadele halindesinizdir. Çünkü o peşinden koştuğunuz hayale ulaşınca; tam olacak, ancak o zaman tam hissedeceksinizdir yaşadığınızı, yaşamdan aldığınız keyfi ve en önemlisi de kendinizi…

O yüzden tam değildir huzurunuz, tam değildir hissettiğiniz mutluluğunuz. Tabi mutluysanız…

Zaten yaşam; her anı size zehir etmek için olmadık numaraları olmadık zamanlarda yapmış ya da yapmaya devam ediyordur.
Yani aslında yapacağınız fazlaca bir şey yoktur.
Yani baştan beri yarımsınızdır.

Bir ömür hayalden hayale koşarken size ayrılan yaşam sürenizi heba etmiş, heba edercesine geçen zamanlar boyunca da oyalanır durmuşsunuzdur.

Bir adım öteniz; hep beklediğiniz huzurunuzsa ve huzurunuza ulaşmak için atmanız gereken o adımı bir türlü atamıyorsanız ve hayaliniz; siz ona yaklaştıkça sizden uzaklaşıyorsa ya da yaklaştıkça aslında ona hiç ulaşamayacağınızı anladığınız bir hayalse; siz zaten yarımsınızdır.
Ve hep yarım kalacaksınızdır.

Çünkü yaşam; hayalinizi başkasına, başkalarına ya da asla müdahale edemeyeceklerinize bağlamıştır.

O yüzden siz de elinizdekileri en sıcak hali ile yaşıyor ama bir türlü o mutlu, huzurlu günlerinize ulaşamıyorsunuzdur.

O yüzden hayalleriniz hayal olarak kalıyordur.
Umutla başladığınız o hayalleriniz; umutsuzlukları size göstere göstere yarım yaşadığınızı size öğretiyordur.
Kendinize söylemekten korktuğunuz gerçeklerinizi hatırlattığı gibi…

Saklanamadığınız, belki de geçmişinizde sakladığınız ya da kaybettiğiniz kayıp yarınlarınız gibi…

Gülen yüzünüze yansıyan yaşama kırgın yüreğiniz gibi…

Yarımsınızdır.
Çünkü yarım yaşıyor ve ne yazık ki ne yaparsanız yapın daima kendinizi yarım hissediyorsunuzdur.

Yarımsınızdır.
Daha da kötüsü diğer yarınızdan her geç geçen gün biraz daha uzak düşüyorsunuzdur.

Kendinize bile söylemekten korktuğunuz anlarda; hissettiğiniz duygularınızda kaybolurken.

17 Temmuz 2012 Salı

KENDİNLE HESABIN VARSA

İçin sıkkınsa vardır bir hesabın.
Ya yaşamla, ya birileriyle, en kötüsü ise kendinle olan hesabındır.

Tüm hesapları öyle ya da böyle kapatırsın.
Kalsa kalsa belki biraz alacak verecek kalır.
Ama o da inanın çok koymaz.
Koysa da koyduğu ile kalır ve zamanla unutulur gider.
Daha gitmeden yerini yeni alacak vereceklere bırakmıştır bile çünkü…

Ama eğer hesabın kendinleyse; işte o zaman zordur her şey.
Her şeyin tatsızlaşmış, sana da her şeyi tatsızlaştırmıştır.

Yavandır aldığın nefes, baktığın gözler, belki zoraki dokundukların.
Yavandır ufuklara sakladığın hayallere ulaşma çaban.
Çünkü o hayaller senden uzaklaşmıştır.
Uzaklaşıp kaybolmuştur sessizce.

Yavandır hissettiğin insana dair her şey. Birden bire nedensizce tüm duyguların yok olmuş gibidir.
O yüzden konuşmak bile istemezsin.
Çünkü küsmüştür; dilin yüreğine, yüreğine küsenlere nispet edercesine…

Zordur yani kendinle hesaplaşman.
Çünkü bir türlü kapanmaz. Kapatmak için kendince bahaneler sökmez.
Çünkü yalan dolan hep birbirine dolanır.
Gerçekler ise yürekte sırtındaki hançer yarası gibi kanıyordur.

Kapanmaz o yüzden kendinle hesabın.
Hiçbir ilacı yok gibidir ya da kendine ilaç sen değilsindir zaten.
İlaç olandan dolayı kaybolmaların bile hesapsızlaşmıştır.
Yavandır çünkü yaşam artık.

Kapatmaktan vazgeçtiğin hesabınla yaşıyorsundur çünkü.
Bir ömür açık kalacaktır o hesabın.
O yüzden de kendinle hesabın en kötüsüdür.

Anlatamazsın.
Çünkü sen bile tam manası ile anlayamazsın.
“Anladım” dersin olanca inancınla ama karanlık geceler; sabaha merhaba derken, sen de kendine “neden” diye sorarsın.
Kendine sessizliğinde…
İçin için ağlarken.

O yüzden anlatamazsın gözyaşlarına bile anlatamadığını başkalarına.
Zordur yani kendinle hesabın.
Hele yalnızsan, hele yüreğine dokunan yoksa en acısı da kaybettiysen onu…

“Gel bu hesabı birlikte ödeyelim” diyen sırtını dönmüşse eğer; olmaz, bir türlü olmaz.
Çünkü nefesin bile yavandır.
Zordur yani kendinle hesaplaşman.

O yüzden vazgeçersin; vazgeçildiğini kabullenerek yaşamdan.
Ve sonra bir ömür; sahte gülüşlere, anlamsız anılara kurban olursun.

“Aşk sadece içeriden yıkılabilen bir kaledir, sadece âşıkların birbirini yemesiyle yok olur” diyen üstadın dediği gibi; sende kendi kendini yer ve bitirsin.

Zordur kendinle hesabının olması.
Kapanmaz çünkü…

16 Temmuz 2012 Pazartesi

CACIK

Kadın kısmısının bir deri bir kemik bile olsa; her şeye bahane bulma konusundaki üstün özelliklerinin sonucu olarak illaki bir şekilde haşir neşir olduğu ve adına diyet denilen organizasyonla biricik kızımda yakın zamanda tanıştı.

Onu onunla birlikte yediğinde; öyleyken böyle olur, bunu da bundan seksen dört dakika sonra yersen; böyleyken öyle olur mantığı ile oluşturulmuş ve bence garip ötesi olan bir diyet yapıyor.

Ve bu garipliklerinden birisi olarak günün kel alaka bir anında başka bir şeyin 78 dakika sonrasına denk gelen bir zamanında yemek zorunda olduğu cacıktan muhtemelen yaptığı garipliklere ortak yapmak maksadıyla bana da bir tas ikramda bulundu.

Garipliklere bünyemin zaten uygun olduğu ve ondan gelen her şeye kafadan gönüllü olduğum için ikramını severek kabullendim.

Ama bunun benim açımdan farklı birkaç önemi de var.

Şöyle ki kendileri yani biricik kızımın; hanımların, genç kızların sıklıkla kullandıkları ve evlerde mutfak denilen mekânla uzaktan yakından pek ilgileri yoktur. Bu açıdan onun ilklerine şahit olmak babında ciddi bir önemi vardı.

Gönüllü olmamak olmazdı. Bu fırsat kaçmazdı yani…

İkincisi kendileri; bana vereceği de dâhil olmak üzere toplamda altı üstü iki kâse cacık yapabilmek için yaklaşık altı buçuk saat uğraşarak kırılması güç bir rekoru kırmışlardı.
Her halükarda emeğe saygı babında önemliydi yani…

Bence cacık yapımının bu kadar sürebilmesi için ya binlerce kâse cacık yapılmış olması ya da ısrarla cacık olmak istemeyen hıyarlarla ciddi bir mücadele yapılmış olması gerekiyordu.

Ayrıca sonradan yaptığımız tespite göre; evimizin ev halkı tarafından az kullanılan bu mekânında gerçekleşen bu cacık operasyonunda yaklaşık sekiz kilo hıyar telef olmuş.

Üstüne altı buçuk saat süren yoğun emekler sonrası yapımı gerçekleştikten sonra önüme gelen cacık kâsesindeki şeyin cacık olduğu konusunda inanın 16. Noterin şahadetine ihtiyaç vardı.

Herkes tarafından cacık diye bilinen ve en klasik olarak yoğurt ve hıyardan oluşan cacık; kızımın tamamen üstün yeteneğinin bir sonucu olarak tarifi anlatılmaz bir lezzete bürünmüştü. Bu tamamen onun tescilli üstün zekâsından kaynaklanıyor olabilirdi.

O yüzden yaratıcılığına laf söylemek elbette haddimiz değil.
Ancak daha aldığım ilk kaşıkla damak zevkimin çektiği eziyetten sonra ağzımın aniden kitlenmesi; ikinci kaşığa hakaret gibiydi ama yapacak bir şey yoktu.
Bilinçsiz bir tepki yani…

Güzel kızım; ağzıma aldığım ilk kaşıktan sonra her zaman yakalanmayan ender şirin ve sevimli edalarıyla; “nasılmış babacığım” diye sorunca nedense gayri ihtiyari bir şekilde aldığım ikinci kaşıkla; cacık yapımı sırasında saklanan hıyarlardan birisi ile tanıştım.

Kendilerini kızıma çaktırmadan yutacağım diye çabalarken gösterdiğim performansı size yazarak anlatmam mümkün değil.
Ve bence sizde size anlatamadığımı sakın denemeyin.

Kesinlikle bilmenizi isterim ki; doğranmamış salatalığı tek parça halinde yutmak; imkânsız ötesi bir şey…

Ağzımda; önümdeki kâseye nasıl sığdığına muhtemelen beynime az oksijen gittiği için bir türlü aklım ermeyen ve bence son yıllarda üretilmiş en iri hıyarla kızıma çok güzelmiş, ellerine sağlık der gibi bakıyordum.

Aslında yerlerinden çıkacak hale gelen gözlerime yerleşen bakışım onu tatmin etmiş olmalı ki yanağıma kondurduğu öpücükle yanımdan ayrıldı.
O yanımdan ayrılırken ben son nefesimde acaba yüksek sesle Kelime-i Şahadet getirerek ölebilecek miyim diye düşünüyordum.

Bu arada kızımın yaptığı cacığı yerken neler yaşayabileceğimi az biraz tahmin eden eşim; itfaiye eri edalarıyla bir sürahi su ile yanıma gelip, morarmışlığımdan korkarak zorla açtığı ağzımdan sürahideki suyu bocaladı.

Ağzıma dolan sudan anladığım kadarı ile hıyarın ağzınım içindeki yerleşkesi; o kadar sağlamdı ki küçük dilim bile yerini terk etmek zorunda kalmış gibiydi.
O yüzden ağzıma giren su; girdiği hızla geri çıkıyordu.

Neyse efendim eşimden istemeden getirdiği suyu içmeyi beceremediğim konusunda fırçayı yerken, fırçayla birlikte sırtıma okkalı bir darbe de yedim.
Allahtan o aldığım darbe ile boğazımdaki yolunu yarılamış hıyar; tekrar cacık kâsesindeki yerini aldı.

Uzaklarda gördüğüm ve öbür dünya ile bir bağı olduğunu düşündüğüm ışığa doğru giderken, aldığım nefesle yeryüzüne geri gelmem aynı ana denk düştü.

Neyse efendim anlayacağınız ben yaşamla mücadelemde ailemin bana gösterdiği desteğe şükrederek kendimi hemen sokağa attım.

İyi ki atmışım.
Çünkü kızım ben çıkarken kapağı açık buzdolabını garip bir edayla seyrediyordu.
Belli ki içindeki mutfak canavarı harekete geçmişti.

Yani anlayacağınız; siz bu yazıyı okuduğunuzda aynı zamanda gazetelerde adım yazan kayıp baba ilanını da görebilirsiniz.

Artık döner miyim bilmem…

13 Temmuz 2012 Cuma

GARİP BİR MİLLETİZ

Biz garipliklerin birbirleriyle yarıştığı; garip bir ülkeyiz.

Elin karısına kızına etmediğini bırakmak istemeyenlerin kendi karısına, kızına yan bakana Allah Allah diyerek çullanmayı marifet sayanların çok olduğu bir ülkeyiz.

Kapısında nöbet tuttuğumuz, bir gülüşüne hikâyeler yazdığımız, sabahlara kadar vermiyorlar diye ağladığımız kızı aldıktan sonra ona hayatı; sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin mantığı ile zehredenlerin egemen olduğu bir ülkeyiz.

İşimize gelince işimize geleni baş tacı yapar, olmadıkları olmuş gibi yapar; ne olursa olsun bir şekilde kafamızı göre takılırız.
İşimize gelmez ise yedi düvel beğense, doğru diye yeri göğü inletse; bizim için fark etmez. Çünkü o; tuuu kakadır.

Adres sorana; sorduğu adresi bilmesek bile tarif etmek zorundaymışız gibi bir yardımseverlik çığırı açarken, sokaktaki kedilere, köpeklere bırakın yardımı kötülük olarak yapmadığımızı bırakmayız.

“Türk gibi” sözünü doğrudan üstümüze alır, bedavadan adlandırılmamış gücün sahibi olmayı pek severiz.
Bedava çünkü…

Yalakalık genimizde vardır mesela.
O yüzden “otur” denildiğinde oturur, “kalk” denildiğinde de kalkarız.
Yani anlayacağınız güdülürüz de güdüldüğümüzü bilmeyiz.
O yüzden de güdülenleri hiç sevmeyiz.
“Garibiz” diye boşuna demedim yani…

Mesela en seksi erkek; Türk erkeğidir.

Öyle böyle değil, Türk olmak; erkek olmak için yeter de artar bile…
Sanırız ki tüm yabancı kadınlar bize hayrandır.
O yüzden de bir bakışımızla kadınları yakıp, kül edeceğimizi sanırız.
Yanmıyorsa; o kadın da kesin terslik vardır ve en iyi ihtimal; lezbiyendir mesela…

Sanki köylerde eşek kovalayan, mahalle aralarında köpek sıkıştırmaya kadar gözü dönen, cinsel tatminsizlikte neredeyse lider olan biz değiliz.
Garibiz işte garip…

O yüzden su bidonlarına tecavüz edeni de bizdedir, evde bulduğu yüzüğe geçireni de…
Yüzük bu; yüzük şaka değil.

Üstüne bize yakışanı yapar ve “O kadarcıkmış” demeyiz de cinsel kazaymış deriz.
Garibiz biz garip.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

ÖZELDİR DOSTLUĞUNUZ

Bazı dostluklar vardır.
Bu dostluklar; uzun zamandır görmediğiniz ve duymadığınız halde geçmişe dayanan bir zamanların görüşmüşlüğünün verdiği anıların sadakatine sığınmıştır.
Sağlamdır yani…

Ama sağlamlığı yıllara değil yüreklerin derinliğine, saflığına ve hoşgörüsüne dayanır.
Denk düşmüşsünüzdür yani.
Özeldir yani…

Belki de o yüzden dostluğunuz; kimse bilmese de zamanın çoğunu geçirdiğiniz birçok insandan daha yakın ve yakınınızdaki yalancı dostluklarınızdan çok daha güçlüdür.
Çünkü onda da sizdekine benzer bir yürek vardır.
Denk düşmüşsünüzdür yani.
Özeldir yani…

Onunla daha içtendir kelimelerin ardına saklanan samimiyetler.
Kim bilir belki de yılları birkaç kelimeye sığdırmanın verdiği derinliktir; sizi böylesi dost tutan.

Görüşemeseniz de böyle dostlarınızı bilirsiniz.
Çünkü yıllar öncesinde en saf ve doğru şekilde içinizin ısındığıdır.

O yüzden en derin dondurucuya soksanız geçmişte kalan o dostluğunuzu, üstüne o görünmez dondurucuda onlarca yılı tüketseniz bile yine fark etmez.
Üstelik hayatın binlerce oyunundan geçmişliğin verdiği yorgunluğunuza rağmen, hiç fark etmez.
Çünkü sağlam dostunuzdur o…
Özeldir yani…

Özel olduğunuz içinde bir “merhaba” yüreklerinizi anında ısıtır.
Çünkü sizler; dostluğun görüşmek değil, hissetmek olduğunu bilirsiniz.
Çünkü içiniz bir kez ısınınca öyle yanardöner dostluklar gibi kovmazsınız içinize yerleştirdiklerinizi…
Kovmamışsınızdır da…
Denk düşmüşsünüzdür yani.
O yüzden de ikinizde ikinize özelsinizdir yani…

O yüzden geçip giden yıllar dostluğunuzu soğutmamış ve sizi yıllara inat dost tutmuştur. Yalancı dostluklarınıza inat…
Yalancı hatta sahtekâr yılışıklara inat…

Ve yıllar sonrada bir sıcak merhabanız; yine aynı sıcaklıkla karşılık görecektir.
Bunu da iyi bilirsiniz.
Denk düşmüşsünüzdür çünkü…
Özelsinizdir yani.


9 Temmuz 2012 Pazartesi

DOST OLMAK

Bazılarımıza göre herkesten iyi arkadaş, herkesten iyi dost olmayı en iyi onlar becerir.
Çünkü onlar en iyi ve en mükemmel olarak kendilerini sanırlar.
Sanmaktan öte buna inanırlar.
İnandıkları içinde kendi kendilerini içten içe överler.
Çünkü öyle ya da böyle; buna inanan birisini veya birilerini mutlaka karşılarında bulmuşlardır, bulacaklardır da…
Oysa aksaktır yaşadıkları dostluk duygusu.

Keyifli zamanları bolca yaşayan, yaşayarak yılları deviren dostluklardır çoğu.
O yüzdendir keyifle “kırk yıldır dostuz” demeleri.
Çünkü onlara göre hep keyifle geçmiştir.

Çevirseler yıllara akıl yüzlerini; öyle kötü günleri falan pek yoktur. Varsa da keyiflerinin yanında deve de kulak misali, neredeyse yok denecek kadar azdır.
O yüzden dostlukları; sınavlardan geçmeden yıllarını devirmiştir.
Yani aslında cidden aksaktır.

Elbet dostlukların hepsi böyle aksak değildir.
Elbet nefeslerin kıymetini bilenlerin dostlukları böyle değildir.
Kötü günleri yaşamayı beklemeden dostlarını kötülüklerden koruyacak yürekler elbette vardır.
Yani kendi lehine değil, dost olduklarının lehine düşünenlerdir onlar.
İşte onların dostluklarıdır; gerçek dostluklar.
Ama inanın öyle çok falan hiç değildir böyle dostluklar.
Sanılanın aksine…

O yüzden dostluklarınızı değerlendirirken daha sağlam değerlendirin.
Kötü gön dostu olmak marifet değil, marifet; dost bildiğinizi; kötü günlerden koruyan bir dostluğunuz var mı onu sorgulayabilmektir.
Ama utanmadan, sıkılmadan olabildiğince objektif olarak sorgulayabilmektir.
Yoksa aksak olur.
Olmaz yani…

Aksi durumda yaşlılığınız; bir ömür dost bildiklerinizden çok uzakta, çoğu maddi değerlere dayalı, balon arkadaşlarınıza bile muhtaçlığınıza mahkûmdur.
Yani yaşlılığınız bile aksaktır.


15 Haziran 2012 Cuma

KADININ İMZASI

Kadın her şeyin kaynağıdır.
Bu dünyada ilişkiler bazında değer verilen hangi duygu varsa; bilin ki o duygu kadının elindedir.
Bu duygu; mutluluğa da neden olan, mutsuzluğuna neden olacak duygudur.
Yani mutluluğunda, mutsuzluğunda sebebi kadındır.

Duyguları var eden, birlikte olduğu insanlar açısından onları yaratandır yani kadın…
Mutluluğun zirvesi de onların elindedir, hayatı zindan etmekte…

Kadın, mutsuz ise zindan eder hayatı çünkü…
Yeter ki kadının içindeki volkan bir kez patlamaya görsün; artık kuruyana kadar devam eder.
Kuruyana ve kurutana kadar…

Ama kadının bu coşkusunda, bu tükenmesinde ve tükenmesinin doğal sonucu olarak tüketmesindeki en büyük pay ve etken ise; bilin ki büyük olasılıkla erkektir.

Unutmamak gerek ki kadının hissedeceği ve hissettireceği; huzur, güven ve mutluluk kaynağının altında en çok ıslanan yine erkektir.

O yüzden de o kaynaktan ne kadar içtiği, ne kadar yıkandığı ve o kaynağı ne kadar sahiplendiği aslında erkek için önemlidir.
Çünkü kadın ne kadar kendini içinden, kalbinden çıkana adarsa, ne kadar içini ulaştırdığında büyürse, onda var olduğunu bilirse; çoğaldıkça çoğalır içindeki sevdası ve çoğalttıkça çoğaltır karşısındaki yürektekileri…

Çünkü hissettikçe büyüyen yüreği vardır kadının.
Çünkü aldığından fazlasını verendir kadın ruhu…

Kadın için önemlidir.
Çünkü sahiplenildiğini gördükçe coşan, o içindeki sevgiyi; çağlayanları kıskandırırcasına dışarı, sevdiğine akıtan kadın; çabasının boşa olduğunu görürse, yani boşa akıyorsa güven, huzur ve mutluluk adı verilen o üç şey; istemese bile ruhu vazgeçmeyi seçer.

Sonra içindeki başka bir kaynak ortaya çıkar.
Güvensizlik, huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağıdır bu seferki…

Öyle hızlı taşar ki içinden her yeri, herkesi bir anda sarar.
Geri dönüşü, kurtuluşu yoktur.
İncinmiş ruhun tamirsizliği gibi.
Önce kendini sonra daha önce canını vermek için çırpındıklarını sarar ve ne varsa, iyiye dair ne varsa yok eder.
Ve mecburiyetler kalır geriye sadece…
Ya da terk edişler ve muhtemel başka yüreklere gönüllü yolculuklar…

Yani aslında kadın; hayata atılan imzadır.
Kimisi farkında, kimisi değil.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

MASAL DÜNYANDAKİ GERÇEĞİN

İçini ürperten gök gürültülerini sana masal yapacaksa bir yürek, işte odur; senin için yaşamda elde edebileceğin en güzel huzurun temsilcisi…
İşte odur; yürek sesinin tek sahibi…


Diyorsa ki o; keşkeleri ardında bırak da gel.
İşte odur; hayatını beklentisiz bir şekilde sana adayan ve sadece sevgisine sarılan.
İşte odur; aslında hayatının tek sahibi…

O yüzden yaşam yolculuğunda dönülmez akşamın ufkunda olduğunu anla ve sakın ona geç kalma, sakın…
Geç kalmalar; keşkelerle beslenen pişmanlıklardır çünkü…

Kimse farkında değildir ama yeryüzünde başıboş dolaşan keşkeler vardır. Yüzlerce zehirli iğneleri olan ağ gibidirler; başıboş dolaşan keşkeler.

Onlar; tereddüt yaşayarak ertelemeleri hayatlarına sokanların peşindedirler. İşte o tereddütler; keşkelerin en güçlü silahlarıdır

İşte o keşkeler; günü gelince ya da “artık yeter” dediğinde yaşamın boyunca içinde kanayan yaran olacaklarını sana göstereceklerdir.
Çünkü mutlu olmayı ertelemiş ve geç kalmışsındır, ona geç kalmışsındır.
Ve ne yazık ki geç kaldığın için de kurtaramazsın kendini yüzlerce iğneli keşke ağlarından.

Bir ömür içini kanatacak yaran; sinsice gülen pişmanlıkların beslendiği keşkelerin olacaktır artık.

Ve bil ki başıboş dolaşan işte o keşkeler; yürek seslerini dinleyerek yaşam yollarını seçenlerin artıklarıdır, artlarında bıraktıklarıdır.
Mutlu olanları ellerinden kaçıran keşkelerdir.
Yani sahipsiz kalan keşkelerdir.

Ve sen geç kalarak o sahipsiz keşkeleri de sahiplenecek ve acına acı katacak olan olacaksındır.

O yüzden keşkeleri bırak başkaları alsın.
Ve sen koşarak git; o masal dünyandaki gerçeğine…

17 Mayıs 2012 Perşembe

MOTORLU GETİR GÖTÜRCÜLER

Hepiniz bilirsiniz; artık hayatımıza motorlu getir götürücüler iyice bir yerleştiler. Özellikle yemek siparişlerini getiren motorlu getir götürücülerin sayısı neredeyse bazı şehirlerde arabaların sayısını geçti geçecek.

Hizmet sektörünün önemli elemanları olan bu mobilize elemanların her biri; ne yazık ki birer trafik canavarı olmuş durumdalar.

Trafik ister serbest olsun, ister sıkışık onlar için hiç fark etmiyor. Aralara giriyorlar çıkıyorlar, öyle yapıyorlar böyle yapıyorlar gidecekleri yere mutlaka bir şekilde gidiyorlar.

Ama bunu gerçekleştirirken çok da dikkatliler demek pek mümkün değil. Hele sıkışık trafikte araçların arasından öyle tehlikeli bir şekilde geçiyorlar ki bir kaza olması işten bile değil.

Sıkışık trafikte muhtemel zarar; araçların çizilmesi veya buna benzer maddi zararlarla sınırlı olabilir ama trafiğin aktığı zamanlarda meydana gelecek kazalarda Allah korusun sadece maddi zarar olmayacaktır.

O yüzden gelişi güzel ehliyeti olan ve iş isteyen her gencin altına motor vermek; şehrin sokaklarına tehlikeli oyuncaklar bırakmaktır.
Ve buna sebebiyet verenlere sorumlulukları yetkililer tarafından bir an önce hatırlatılmalıdır.

Ayrıca bu motorları kullanan delikanlıların ehliyetlerinin olup olmadığı hususu da sık sık kontrol edilmelidir.

Aksi olan vurdumduymazlık sonucunda; altlarındaki motorları dandik kasklarla kullanan gençlere yazık olacaktır.

Olmayanlarda emin olun geleceğin trafik canavarları olarak imzalarını atacaklardır.
Demedi demeyin…

24 Şubat 2012 Cuma

KEŞKELER

Yıllar boyunca evinde ölümü bekleyen hastalarla ilgilen Avustralyalı hemşire Bronnie Ware emekli olduktan sonra ölüm döşeğindeki hastalarla sohbetlerini anlatan bir kitap yazmış.

Ware bu insanların hayatlarında yapmadıklarından dolayı pişmanlık duyduklarını beş maddede toplamış.

Bunlar;

“Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürdürmek yerine düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı.”

“Keşke bu kadar çalışmasaydım.”

“Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı.”

“Keşke arkadaşlarımla ilişkilerimi sürdürseydim.”

“Keşke kendime daha mutlu olmak için izin verseydim.”
Aslında insanın ömrü tükendiğinde geriye kalan keşkelerin bunlar olduğunu söylemek için, illa ölüm döşeğinde olmaya gerek yok. Yukarıdaki maddeler; zaten üç aşağı beş yukarı hepimizin bildiği, belki sık sık da söylediğimiz ama ne yazık ki söyledikten sonra unuttuğumuz şeyler.

Ne zaman sona ereceği bilinmeyen yaşam yolculuğumuzun sonunda belki de bunların hepsi dilimizde olmasa bile içimizde bir yerlerde kendimizden bile sakladığımız keşkelerimiz olacaktır.

Peki, hangisi daha önemli, hangi keşkeden kurtulmak daha kolay hiç düşündünüz mü?

Mesela bence “Keşke bu kadar çalışmasaydım.”, “Keşke arkadaşlarımla ilişkilerimi sürdürseydim. “Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı.”, diye sınıflandırılmış keşkeler; belki diğerlerine göre daha kolay göz ardı edilebilen, belki de kolayca gerçekleştirilebilecek keşkeler olarak düşünülebilir.
Ya da en azından öncelik olarak diğerlerine göre geriye bırakılabilecek keşkelerdir.

Gerçi zaten tüm keşkeler; yaşam yolculuğunun sonunda eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerin birer tanımı değil mi zaten?

Sonuç olarak tüm keşkeler; insanın mutluluğu ile doğrudan ilişkili olan belki söyledikleri, belki söylemeye bile dillerinin varmadığı pişmanlıklarıdır.

O yüzden mutluluğu doğrudan etkileyen keşkeler; bence çok daha öncelikli olmalıdır.

Ama yine bence çoğu insan için daha önemli olduklarını düşündüğüm keşkeler; “Keşke kendime daha mutlu olmak için izin verseydim.” Ve “Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürdürmek yerine düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı.” olarak Avustralyalı hemşire Bronnie Ware tarafından belirlenen keşkelerdir.
Çünkü her ikisi de mutluluğa doğrudan etki eden keşkelerdendir.

Ayrıca insanların büyük bir kısmının ne yazık ki mecburiyetlerine mahkûm bir şekilde yaşamlarının önemli bir bölümünü yaşadıklarını düşünüyorum.

O yüzden de çoğu insanın ya mutsuz olduğuna ya da yeterince, hatta belki de hak ettiğince mutlu olmadığına inanıyorum.

Aslında nasıl mutlu olacaklarını az veya çok bilmelerine ya da hissetmelerine rağmen, biraz toplumsal, biraz yetiştirilme ve yaşam şekilleri gibi nedenlerden dolayı; kendilerinin istedikleri bir yaşamı değil, başkalarının onlara uygun gördükleri yaşamı yaşamaya mecbur hissetmeleri yüzünden mutsuz oluyorlar.

Ve ne yazık ki mutsuz ölüyorlar.
Mutlu rolü yaparak; mutsuz bir ölüme doğru yaşam mücadelelerini tamamlıyorlar.
Ve işte o son durakta fırsatları olursa ancak “keşke” diyebiliyorlar.
Yalnızca keşke…

Ya siz arkadaşlar; kendi son durağınıza gelmeden keşkelerinize hiç baktınız mı?
Baktıysanız eğer yaşam yolculuğunuzda yanından geçerken, o keşkeye el mi salladınız?
Yoksa “ben bu durakta iniyorum mu?” Dediniz?
İndiniz mi?

Her şeyden önemlisi mutlu olmak için, mutlu yaşamak ve belki de mutlu ölmek için inebilecek misiniz?

20 Şubat 2012 Pazartesi

BEYAZ KEDİ

Karda yürüyen beyaz bir kediydi.
Kimsenin kolay kolay göremeyeceği, görse bile farkına varamayacağı kadar beyazdı.
Kar mı, yoksa o mu daha beyaz pek belli değildi.

Yani o; karda gözükmeyen, neredeyse belli bile olmayan bir kediydi.
Kimsesi olmayan, kimsenin de düşünmediği bir sokak kedisiydi.
Tıpkı diğer sokak kedileri gibi…

Karın hayatı felç ettiği zamanlarda herkes koştur koştur evine giderken, o kardan bir türlü kaçamıyordu. Saklanabileceği bütün kuytu köşeler kaybolmuş, olanlarda kilit altına alınmıştı.
Sığınacak tek bir yer yoktu ya da bulamıyordu.
Park eden araçlarının altından girebileceği bir yer bulursa oradan içeri girer; motorun soğumaya yüz tutmuş sıcaklığı ile bir nebze ısınmaya çalışırdı.
Tıpkı diğer sokak kedileri gibi…

Ama artık ne yapsa ısınamıyor, ısındıkları da yetmiyordu. Soğuk; karla birlikte sanki üstüne yağıyordu. Onlarca evin olduğu bir mahalledeydi ama bir tek sığınacak yer bulamamıştı.
Aslında biraz karnı tok olsa, belki biraz daha mecali olurdu.
Ama açtı.
Çok açtı üstelik.
Günlerdir doyamamıştı, doymayı unutmuştu.
Tıpkı diğer sokak kedileri gibi…

Yeryüzünün pisliklerini kapatırcasına günlerdir yağan kar; artık ona hem yatak, hem de bir türlü baş edemediği soğukla birlikte üstüne örtü olmuştu.
Tıpkı diğer sokak kedilerine olduğu gibi…

Gün ağarmaya yaklaşırken, gecenin karanlık yüzünü ezip geçen kar ve soğuk; açlıkla birlikte onu teslim almıştı.
Nefesinin tükendiği işte o anda; gözleri biraz ilerideki camda ona bakan bir çift gözle buluşmuştu.

O gözlerini son kez kapatırken, camda ona bakan gözlerden tek bir damla yaş akmıştı. O gözyaşının sahibi; sıcak bir yuvası olan başka bir kediydi…


16 Şubat 2012 Perşembe

HİÇ TANIMADIĞINIZ BİRİSİNE ÇİÇEK VERMEK

Hiç tanımadığınız birisine çiçek vermek.
Hem de sevgililer gününde…

Çoğunuz “ne gerek var tanıdıklarım varken,” dediniz diye düşünüyorum.
Sanki tanıdıklarınıza her özel günde çiçek veriyormuşsunuz gibi…

Muhtemelen çoğunuz; tanıdığınıza özel günler dışında çiçek almıyor, hatta almayı aklınıza bile getirmiyorsunuzdur.
“Çoğunuz,” dedim. O yüzden hemen ben diye başlamayın.

Özel günlerde ise belki hediye, belki de çiçekle; bu açığı kapattığınızı sanıyor ve sevgiyi hatırlamayı bir sonraki özel güne erteliyorsunuzdur.
Bunu da bazılarınız yapıyordur, çoğunuz değil.

Herkesin birilerine çiçek aldığı özel günlerde sevdiğinizi özel hissettiğinizi göstermek ya da ona özel duygular hissettirdiğinizi düşünmek ne kadar doğrudur pek sorgulanmaz.
Çünkü böyle bir sorgulama kimsenin işine gelmez.

Sonu mağlubiyetle bitebilecek bir sorgulamadır çünkü…

Peki ya hiç tanımadığı birisine çiçek vermek nasıl bir duygu yaratır insanda?
Bunu bilenlerin sayısı ne kadardır sizce…
Ya da hiç tanımadığı birisinden çiçek almanın yarattığı duygu silsilesini yaşayanların sayısı ne kadardır?

Ama art niyetsiz.
Ama içten pazarlıksız.
Ama kendinize ya da birilerine hava atmak için değil, içten, kimsenin gözüne, reklâmına ihtiyaç hissetmeden.
Öyle içten, öyle samimi…

Hiç tanımadığınız birisine çiçek verip, sonra arkanızı dönüp gitmek.
Belki çiçeğe eklenecek nazar boncuğu gibi bir cümle ile belki sessizliğe sığmayan duygular yaratırcasına; sadece gözlerde kalan sözlerle…Öylesine saf, öylesine art niyetsiz duygularla…
Tanınmamış bir yüreğe; tanınmamış duyguları tanıtırcasına…
Öylesine bir günde veya sevgililer gününde…

Belki sevgilisi olmayan birisine, belki sevgilisinden bile çiçek alamayana, belki de yılların eskittiği yaşlı bedenine söz geçiremeyeceğini çoktan kabullenmiş birisine…

Ama öylesine saf, öylesine art niyetsiz, öylesine içten…


15 Şubat 2012 Çarşamba

NAZLAMAK

Öyle anlar vardır ki böyle anlar; yalnızlığa küsmek istediğiniz; yalnızlığı yalnız bırakmak istediğiniz zamanlardır.

Böyle zamanlarda yanınızda birisini istersiniz; sevgi veya şefkati ile birlikte yanınızda, size kendini hissettirerek ruhunuza ilaç olurcasına yanınızda olsun istersiniz.

Bazen kırılmış yüreğinizi tamir etmek ister gibi, bazen tamir edemeyeceğini bilse bile; sessizliğiyle size yoldaş olmak istercesine yanınızda olmasını istersiniz.

Bazen de hasta olan bedeninize el atsın istersiniz.
Belki sıcak bir çorba, belki sıcak bir çay, belki de varlığını kattığı sessizliği ile avucuna doldurduğu sevgisini size hissettirsin istersiniz.

Nazlanmak değildir istediğiniz.
İstediğiniz; sizi nazlamasıdır.
Yani nazlanmayan yüreğinize aslında nazlanmış gibi el atmasıdır.

O eliyle ilaç olacağını bilerek.
O elin ilacına ne kadar ihtiyacınız olduğunu bilerek.
Sizi; siz söylemeden anlarcasına...

Öyle anlar istersiniz ki; geçmişin tüm yalnızlıklarından kaçtığınız zamanları size unutturacak. Sizi; sevgi ve şefkat denizinde hissettirecek.
Ve size ilaç olacak.

Kimsenin ilaç olamadığı hasta ruhunuzun ihtiyacı olan eldir; istediğiniz.Uzaklardan yakın, yakınlardan uzak...
Hayali bile güzel...

14 Şubat 2012 Salı

SEVGİLİLER GÜNÜ

Nedense bazılarında özel günler özel yazılar ister düşüncesi hâkimdir. Tıpkı özel günlerin özel bir şekilde kutlanması gerektiğine inandıkları gibi…

Ben ise özel günlerin kutlanmasına karşı olmadığım gibi kutlanmamasına da karşı değilim. Bence her ikisi de doğru bakış açısı ile doğru olarak değerlendirilebilir.

Kutlanmalıdır; çünkü bu nispeten kaybolan, kaybolmaya yüz tutmuş bazı değerlerin bu şekilde hatırlanması ya da hatırlatılmasıdır.

“Bir sene sevdiğine kötü davran ya da en azından hak ettiği şekilde iyi davranma sonra her şeyi düzeltmek için kalk; 14 Şubatta hediye al,” demek ne kadar yanlış ise bence sırf yukarıda yazdığım kutlanmalıdır nedeninden dolayı da bir o kadar doğrudur.

Sevginin sürekliliğini sağlamak için sevginin sürekli gösterilmesine, hissettirilmesine sonuna kadar inananlardanım. Ama aynı zamanda sevgiden uzak düşüldüğünde sevginin olmadığına inanıp, sevgisizliğe teslim olmamak gerektiğine de inanırım.

Tıpkı çok sevdiğim bir arkadaşımın “bir sıfırdan her zaman büyüktür,” dediği gibi; sevgiyi göstermenin derecesini az ya da çok diye sınıflandırmadan kabullenmenin keyfini de yaşamak gerekir diye düşünürüm.

O yüzden sevgililer gününü nasıl kutlamak istiyorsanız; öyle kutlayın. Ayrıca kutlamak için illaki bir hediyeye gerek yoktur. Çünkü hediyenin kendisi hissettiğinizdir. Sevgiden daha öte bir şeyin olmadığını bilmektir.

Ayrıca sadece böyle özel günlerde değil, her gün yüreğinize dokunan ve dokunduğunu hissettiğiniz bir elin varlığını biliyorsanız; inanın çok şanslısınız.
O yüzden o ele sıkıca sarılın.
İster öpün, ister koklayın ama hiç bırakmamacasına o ele sıkıca sarılın.

Ve bence yaşam yolculuğunuz hızla geçip giderken, belki de mecbur kaldığınız ya da bırakıldığınız mutsuzluktan sizi kurtaracak o eli içinizde hissediyorsanız; şanslı olduğunuzu hiç unutmayın.

Ve tabi ki elinizin bir başka yürek için de şans olduğunu…


7 Şubat 2012 Salı

İKİ SANTİMLİK ERKEKLER

Hollanda televizyonunuzdaki bir model yarışmasında birinci olan bir modelin kalça ölçüleri 2 santim fazla olduğu için ödülünde eksik ödeme yapılmış.
İki santim, kalçası yalnızca iki santim genişlemiş yani…

Farkında mısınız bilmem ama göz önündeki tüm modeller; üç aşağı beş yukarı neredeyse aynı tornadan çıkmış gibiler. Hepsi belli ölçülere sıkıştırılmış olan vücutlarını sergiliyor ve sergileme cüretkârlıkları ölçülerinde de ne yazık ki önemseniyorlar.
Ve bu ölçülere sıkıştırılma durumu; inanın tüm kadınları gerdikçe geriyor.

O yüzden diyetisyenler revaçta, o yüzden kilo fazlası olduğunu düşünen herkes; gazetelerdeki diyet yazılarını tekrar tekrar okuyorlar ya.
Şekilci dünyamızın şekilciliğine kurban olduklarını bilmeden…

Oysa sevdiğinizin üç kilo beş kilo ya da yirmi kilo fazlası olsa ne olur ki…
Ya da göbeği ayva olmasa ne fark eder ki siz o göbeği sevmeyi bilmedikten sonra…

Yani siz; hayatı şekillere, ölçülere dayayarak yaşarsanız, beklentilerinizi güzel çirkin diye ikiye bölerseniz, beğeninizi kilolara endekslerseniz; bilin ki hayatı gerçek anlamda anlamamışsınızdır.
Anlamaktan öte tadında keyiflice yaşamıyorsunuzdur.

Ve siz; aslında güzelin ne olduğunu anlamadığınız gibi, güzel nedir bilmiyorsunuzdur.
O yüzden de siz; aslında ölçülere sıkışmışlığınızla; sevmenin ama gerçekten sevmenin ne demek olduğunu da bilmiyorsunuzdur.

Çünkü siz; kadınları, kadınınızı belli ölçülere sıkıştırıyor, onu toplumsal ya da magazinsel şekilde şekilleştiriyorsanız; mutlu olmayı da, mutlu etmeyi de beceremiyorsunuz demektir.

Çünkü sevgi ölçülere sıkışmaz, sevgi şekillenmeye yakışmaz.
Çünkü sevgi ölçüsüzdür.
Ve siz işte o ölçüsüzlüğü yakalıyorsanız; mutluluk sizindir.

3 Şubat 2012 Cuma

KARDA ÖLENLER

Siz; evinizde sıcak gecelerinizin keyfini sürerken bilin ki dışarıda, o dışarının hain soğuğunda; soğuktan kuytu köşelere saklanarak kurtulmaya çalışanlar vardır.

Bilin ki o kuytu köşelerdeki soğuk; onların canlarına kastedecek kadar içlerine işlemiştir ama çaresizlik içinde yapacak başka bir şeyleri yoktur.
Onlar; o anı yaşamak ve ne yazık ki yaşadıklarını hissetmek zorundadırlar.

Gecenin karanlığındaki herkese düşman gölgeler; aslında onların yalnız gecelerinin arkadaşlarıdır ama kuytuları mesken edinmiş acımasız soğuk; gölgelerle arkadaşlıklarını da yoldan çıkarmış ve yerine içlerinden atamadıkları sinsi korkuları yerleştirmiştir.

Bir yandan soğukla mücadele ederken, bir yandan da gecenin sabaha yolculuğunda zaman ilerledikçe açlık onları arkalarından vurmuş ve güçlerini, dirençlerini onlardan almıştır.

Artık onlar; muhtaçlığın son noktasını mecburen öğrenirken, aynı zamanda yalnız ve eziktirler. Her şeyden önemlisi; artık onlar ne yazık ki yaşamla kaybetme olasılıkları yüksek bir savaşa başlamışlardır.

Onlar; insanlığın ne olduğunu düşünerek vakit kaybetmekten hatta belki vicdanınızdan vazgeçmişliğinizle gecenin bir yarısı pencerenizden baktığınızda göremeyeceğiniz yalnızlardır.

Onlar; aç olduklarından haberiniz olmayan ama açlıktan ölmek üzere olan yegâne insan dostlarıdır. Az sonra belki de açlıktan ölecek olan dostlar.

Yani siz; sıcak evinizde otururken ya da yorganınızın altında uyurken, onlar; mahallenizdeki sizin asla bilmediğiniz kuytu bir köşede aç olarak soğuktan donarak ölmek üzere olan hayvanlardır.

Onlar; ölürken üstlerine soğuk yağan, karda ölenlerdir.

2 Şubat 2012 Perşembe

NEVZAT ELMADAĞ’DA

Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğimiz; dernek ile Elmadağ’a kar pikniği seyahatimizle ilgili yazdığım ve 31 Ocak günü yayınladığım yazımın sonunda; “dağ evi” denilen yerden herkesi otobüse gönderdikten sonra Nevzat adındaki arkadaşımla kısa metraj kaybolma ihtimalimizden bahsetmiştim.

Size okurken belki de şaka gelen o anda inanın bize şaka gelmiyordu. Hele bir de Nevzat ile birlikte benim gibi şansla; komşuluğu sürekli hissetmesine rağmen bir türlü denk düşürüp karşılaşamayan birisi bu ortamda kaldıysa, emin olun şaka kaka bile olabilir.

Nevzat’ı bilmezsiniz ama kendisi; benim “neredeyse yüzeli yıllık arkadaşım” desem yeridir.
Hiç “çüş” falan demeyin cidden öyle…

Aslına bakarsanız bu yüzeli yıl meselesi sadece ikimiz için değil, dernek bünyesindeki bazı dostlar arasında cidden geçerlidir. Çünkü biz parmak hesabı otuz yıldır görüşsek bile dostluğumuzun ederi; görüşme sıklığımız ve paylaşımımızın çokluğu açısından bizce yüz ellidir.

Dolayısı ile “Nevzat yüz elli yıllık arkadaşlarımdandır” diyorsam, bilin ki bizim açımızdan bu söz doğrudur.
En azından bence…

Madem Nevzat’tan bahsetmeye başladık; affına sığınarak, kendisini Elmadağ seyahatiyle ilişkilendirerek az biraz anlatalım.

Öncelikle bilmeniz gereken; Nevzat ile seyahatler kesinlikle çok keyiflidir. Öyle ki onunla gerçekleştirdiğimiz seyahatler; şimdiye kadar kesinlikle gülme garantili seyahatler olmuştur.
Aslında biraz ticari zekâm olsa; ben bu Nevzat’ı öyle bir pazarlarım ki “benim” diyen tacirler bile bize takılıp para kazanırlar.

Tabi bunun yani seyahatlerde gülmenin belli şartları vardır. Öncelikle ortamdan Nevzat keyif almalıdır. Yoksa suratsızlığı seyahat boyunca sizi sizden alır.
O derece yani…
Bu bilgiye dayanarak Nevzat üzerinden para kazanmaya heveslenenlere duyurulur. Yani anlayacağınız öyle çok kolay adamda değildir.

Kendileri ile ilgili yazacak çok anımız bulunmakla birlikte geçmiştekileri; şimdilik saklı tutmak kaydı ile son Elmadağ seyahatine biraz takılalım istedim.

Efendim son Elmadağ seyahatimizde Nevzat’ın “mangalı yakarım gerisini seyreylerim” sözüne dayanarak, biraz da sıkışarak sığabildiğimiz dağ odasında sıkışıklıktan doğacak vahim sonuçlardan da kurtulmak için, kahvaltıyı yeni yapmış olmamıza rağmen “yavaştan mangalı yakalım” diyerek, Nevzat başta biz erkekler ardında bahçeye çıktık.

Tabi burada yolculuk boyunca otobüsü itmeye hala anlamadığım bir nedenden dolayı gönüllü olan gençliğin; o sıkışık odadan çıkmamak için yapmadıkları numara kalmadığından bahsetmeye sanırım gerek yoktur.

Neyse efendim Nevzat; yanmamak için direnen mangal kömürü ile mücadelesindeki başarısızlığını kendi dünyasında hafifletmek için biraz da sinirle kendini rakıya vermişti. Onun için böyle zamanlarda her şeyden önemli bir meze olan yoğurdunun; yol boyunca bize rehberlik eden köpeklerden birisi tarafından el konulmasına köpeğin iriliği yüzünden sessiz kalması zaten anlatılır gibi değil.

O anda Nevzat’ın ateşi; inanın mangaldan daha fazlaydı. Yani köfteleri başına dizebilsek; mangala gerek kalmadan işi bitirebilirdik.
O derece yani…

Hayır, yoğurdun elden gitmesi yetmezmiş gibi birde köpeğin bunu vicdansızca Nevzat’ın yanında olanca ağız şapırtısı ile götürmesi; Nevzat için resmen Çin işkencesi gibiydi.

Öyle ki yanmıyor diye bıraktığımız mangal bile bu zulme dayanamayıp, yanmaya başlamıştı. Artık siz halimizi düşünün.

İşte ben Elmadağ’da; bu Nevzat ve psikolojisi ile gezi sonrasında sis ile köpeklerin arasında kaybolmaya ramak kalma anlarını yaşamıştım.

Ama gene de o sisin içinde Nevzat “kaybolduk” diye ne kadar panikleydiyse; inanın ben bir o kadar rahattım. Çünkü köpekler bizi yemediği sürece yoğurt konusunu hatırlatıp, soğukla mücadelemi Nevzat’ın ateşiyle yapardım.

Baktım hava soğuyor ısınmam için “şapır şupur” demem yeterliydi.
Anlayın siz Nevzat’ı…

1 Şubat 2012 Çarşamba

SAHTE YEMEKÇİLER

İlginç insanlardan oluşan garip milletler yarışması yapılsa; inanın açık ara birinci oluruz. Neyi bu bakış açısı ile ele alsam; nedense çoğunda aynı kanıya varıyorum.

Mesela bu hafta sonu televizyondaki kanallardan birinde yemek programı yapan bir adamı gördüm. Konuşmalardan belli ki adam meşhur bir adammış.
Artık siz benim meşhurlarla ilişkimi anlayın.

Adam bir yandan programına davet ettikleri konukları ile sohbet ediyor, bir yandan da soğan doğruyordu. Soğandan önce havucu, biberi ve muhtemelen falanla filanı; ben kanala gelmeden önce belli ki doğrayıp halletmiş.

Neyse efendim böyle bir program yaptıklarına göre izleyenleri de var demek ki. O konuya bu yüzden zaten bir şey demeyeceğimde programa katılan konukların hayatlarında ilk defa yemek yapıldığını görmüş gibi ilgiyle olaya katılmaları beni benden aldı.

Evde anneleri “iki soğan doğra” dese inanın bin dereden su getirirler. Hatta bence hayatlarının hiçbir döneminde annelerine ya da eşlerine mutfakta böylesine katılımcı olmamışlardır.
O derece yani…

Ama o kamera var ya o kamera bütün olayı tamamen değiştiriyor. Her şeyi başkaları için yapmaya alışmış insanlar topluluğunun meşhurları; aslında işte böyle böyle bedel ödüyorlar.

Sahte dünyalara; sahte gülücüklerle içtenmiş gibi katılarak.
Biz de seyreyliyoruz bu komedi dükkânında neler olduğunu…
Çorbada tuzumuz olsun misali…

31 Ocak 2012 Salı

ELMADAĞ

Geçen hafta Pazar günü; yönetiminde olduğum halk oyunları derneğinin üyeleri ile birlikte Elmadağ’a kar pikniğine gittik. Sözde grubun liderliğini yapıyoruz ya kelimenin tam anlamı ile tam gününü seçmişiz.
Öyle bir gün ki sabahın erken saatinden itibaren Ankara’da yağan kardan dolayı göz gözü görmüyordu.

Dolayısı ile millet evinden bir türlü gelemediği için, yola da neredeyse iki saat gecikmeli olarak çıkabilmiştik.

Öyle ya da böyle sonuç olarak gecikmeli de olsa yola koyulabildik. Mangal için gerekli olanları önceden almıştık ama yolda mangala eşlik edeceklerin de alınması gerekiyordu.

Bu yüzden yolların aşırı kötü olması nedeniyle durunca kalkmanın sorun almayacağı düz bir yerdeki marketi şoföre işaret edip, otobüsü marketin önünde durdurdum.

Alışveriş için otobüsü durdurduğum marketin tesadüfen dernek üyelerinden bir arkadaşımızın teyzesine ait olması; o arkadaşın hiçbir dahli olmadan gerçekleştiği için, birkaç kişi bu tesadüfü şansla ilişkilendirip, seyahatimizin güzel geçeceğine yormuştuk.

Alışverişten sonra Elmadağ yakınlarındaki ilk yokuşta otobüs; “kusura bakmayın ben zincirsiz bir metre bile gitmem” dediğinde o arkadaşlarımın öngörülerinin ne derece tutarlı olduğunu da anlamış oldum.

Normalde bizden bir şey isteyecekler diye kıçlarını kaldırıp, iş yapmaktan çekinen, korkan genç delikanlıların; şoförün bir el atalım sözünden sonra canı gönülden otobüsün arkasına geçmelerini; genç jenerasyonda bilmediğimiz bir anlamı var mı diye merak etmedim de değil.

Ancak otobüsümüz bırakın ileri gitmeyi, itenlere inat geri geri gidiyordu. Sonuç olarak benim üstün ikna yeteneğime gerek kalmadan şoför kendi kendine zincir takmaya başlamıştı. “Zincir” dediysem hemen aklınıza; normal araba zincirleri falan gelmesin, bizim otobüsün zinciri; muhtemelen zincirlikten emekliye ayrılmış ama ayrıldığını henüz şoföre anlatamamış haldeydi.

Uzun uğraşlar sonrası zincir takma operasyonu tamamlanınca; gönül rahatlığı ile yolculuğumuza devam edeceğimizi düşündüğüm için, içimden “oh” der demez; ardından hemen “hay demez olayım” dedim.

Çünkü otobüs zincire rağmen gitmemekte ısrar ediyor ve yerinde durarak; sanki rampada dans ediyordu. Ben ne yapacağız şimdi diye düşünmeye başlamadan, otobüsteki genç nesil yine gönüllü bir şekilde “itelim” diyerek otobüsten inince; bunda kesin bir iş var düşüncesiyle gayri ihtiyari ben de otobüsten indim.
Hayır, bunların bu kadar gönüllü olmalarında bir bok vardı da neydi bilmek lazım değil mi ama…

Değilmiş efendim.
Bu tamamen bizim genç neslimizin mallığındanmış.
Bizde onlara uyduk ve mecburen otobüse el attık. Sanki yarım saattir yerinden oynamayan, oynamamak için her türlü figürü yapan otobüs ben elimi değer değmez gazlayıp, uzaklaşmaz mı?
Tabi şoför son yarım saatte çektiği rezilliği bir daha çekmemek için tam gaz gazladı gitti. Ben ve alınmasınlar ama yezitler; zincirin kopan parçası ile yokuşun dibinde kaldık.

Yokuş öyle bir yokuş ki yaz günü şortla yürüseniz; verdiğiniz kaloriler diyet yapanları kıskançlıktan çatlatır. Ama yapacak bir şey yok mecburen “tabanvay sağ olsun” diyerek yürüdük.

O gün Elmadağ’a gidip kayak yapanların bacakları inanın benim bacaklarım kadar ağrımamıştır. Artık siz yokuşu düşünün. Bir de sanki kutuplara gidiyormuş gibi giyindiğimiz için resmen soğukta terden eridik.

Bize on kilometre gibi gelen yaklaşık bir kilometrelik yokuş sırasında bölge insanın nasıl yaratıcı olduğunu da yerinde tespit ettik. Resmen orada kendilerini malkoçoğlu sanıp, atla bize nispet eden adamlar vardı.
Bir yandan “kendim ettim kendim buldum” diyorum, bir yandan da dilim bir karış dışarıda atın üstünde oynaşan herifçioğullarına sinirleniyordum.

Neyse efendim muhtemelen adam başı göbek bölgelerimizden bir mangallık fazlalıklarımızı verdikten sonra otobüse kavuştuk ve yolculuğumuza devam ettik. Ettik etmesine de Elmadağ’a gelince kayak merkezine çıkmadan yollar kapalı olduğu için bu sefer mecburen durduk. Ki zaten bizim kar pikniği yapacağımız yerin kayak merkezi ile hiç alakası olmadığını da işte o anda öğrendik.

“Elmadağ benden sorulur” diyerek bizi gaza getiren dernek yönetiminden bir arkadaşımızın malum gazı ile tam sömestr tatilinin başladığı hafta sonu oraya gittiğimiz için mecburen arkadaşımızın “ayarladım” dediği dağ evine gidecektik.

Ama dağ evinin yolu araçlara kapandığı için mecburen yürümemiz gerekiyordu. Haliyle elimizde yükler başladık yürümeye ama elli yüz metre sonra araçlara kapanmış olan yol; insan evladına da kapanmıştı.
Görmediğimiz bilmediğimiz dağ evine gitmek için yolumuz bile kalmamıştı. Anlayacağınız şaşkın ördekler sürüsü gibiydik.

Biz ne yapacağımıza karar verme aşamasındayken, nereden çıktığını tespit edemediğimiz ve neredeyse buzağı büyüklüğünde bir köpek yardımımıza yetişti.

Önce yanımıza kadar gelip bizi bir süzdükten sonra halden anlarmış edalarıyla ekibin önüne geçti ve yürümeye başladı. Buraların köpeği olduğuna göre vardır bir bildiği diye bizde peşinden…
Test edildi; mallık bulaşıcıymış…

Yolu olmayan karla kaplı arazide köpeğin yürüdüğü yerlere basarak yürümenin bile ne kadar zor olduğunu işte bu yürüyüş sırasında düşe kalka anladık.
Tabi yaklaşık yüz metre sonra etrafımızdaki köpeklerin sayısı bir anda on küsura çıkınca; Yusuf Yusuf türküsünü grup olarak söylemeye başlamıştık.

Düşünsenize köpek olduğu konusunda ciddi şahitler gereken dev bir köpek geliyor, sizi alıp boş bir arazide peşine takıp götürüyor.

Ortalıkta in yok, cin yok üstüne kırk kişi mal gibi köpeğin arkasından tıpış tıpış yürüyorduk. Sanki o çoban köpeği bizde kesilmeye götürülen kuzulardık.
Sonra bir anda etrafınızda it sürüsü…
Hem vallahi, hem de billahi köpekler resmen normal köpeklerin iki misli gibiler.

Yani bu köpekler; hep beraber bizi yeseler; kar kalkana kadar kimse bizden en ufak bir iz bulamaz. Resmen kendi ayağımızla kendi ecelimize yolculuğa gelmiş gibi sessizce yürüyorduk.

Oysa onlar tamamen iyi niyetli olarak bizi yolun bittiği yerden alıp, gideceğimiz dağ evine kadar getirdiler. “Dağ evi” dediysem hayalinize eziyet etmeyin sakın. İki odadan oluşan barakamsı bir yerdi yani.
Bütün köy bir araya gelip, yemin etse; oranın dağ evi olduğuna kendileri bile inanmazlar.
O derece yani.

“Dağ evi” dediğin şömine ile ısınır ve sizi ayrı bir ambiyansa sokar, sizde keyfinizin sefasını sürersiniz değil mi?
Değil efendim.
Bizim yakma hatasında bulunduğumuz şöminemiz; bizi ambiyastan çıkaran cinstendi. O yüzdende kırk kişi şöminenin dumanının nispeten ulaşamadığı diğer odaya geçerek, hep bir arada ısındık.

Ki zaten o ortamda ısınmamak mümkün değildi.
Çünkü bulunduğumuz oda; kalabalık yüzünden mesai saatlerindeki belediye otobüsü gibiydi. Hal böyle olunca; bizim delikanlıların nedensiz gevşek gevşek gülmelerini anlamadığım gibi pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı gibi geldi bana…
O yüzden de mangalı yakmak için grubun yarısını dağ evinin bahçesine çıkardım.

Neyse efendim Allahtan akşama kadar burada anlatmaya değecek kadar ilginç bir şey olmadı.
Tabi dönüşte herkesi önden gönderdikten sonra elalem dağ evine ayı girip, çıkmış demesin diye dostum Nevzat ile ortalığı toparlayıp, arkada kalmamız hariç.
Çünkü ortalığı toplamamız o kadar sürmüş ki yola çıktığımızda ne ayak izi vardı, ne da başka bir şey.
Yağan karı düşünün artık.

Bir de yağan kar yetmezmiş gibi önümüzü doğru dürüst göremeyeceğimiz yoğunlukta sis ve onlarca köpek vardı.

Yani Elmadağ; Elmadağ olalı gelenlere böyle zulüm hissettirmemiştir.

30 Ocak 2012 Pazartesi

KAR ROMANTİZMİ

Soğuk pek sevilmez ama bence kar; gerçek romantizmin yaşanmasının en önemli nedenlerinden birisi olabilir. Çoğunluk baharla birlikte insanın içinin ısındığını ve yürek çarpıntıları ile birlikte yeni heyecanları, yeni aşkları getirir bilir.
Kim bilir belki de öyledir. Ama benim için değil.

Bence kar ve soğuk yazın sıcağından daha romantiktir.
Çünkü daha özeldir.

Yazın yaşanan her duygunun içinde yaz sıcağı ile gelen cinsellikte vardır. İnce kıyafetler bedenleri daha özgür bırakıyor, görselliği daha çekici yapıyor ve dolayısı ile ilişkiler; biraz da bu yüzden daha yoğun yaşanıyor.

Ama karlarla kaplı bir yerde sevdiğinizle birlikte olmanın anlamının farkı bence daha farklı ve özel. Böyle bir ortamda yüreğinde sevdanın sesini hissedenler; sadece sevgilerini en saf hali ile ve yoğun olarak hissederler. Onlar için en önemli olan; her türlü zorluğa rağmen sevdiklerinin yanında olmasıdır.

Göz göze olmak, el ele olmak ve sarılmak; her şeyden öndedir.
Sadece sarılmak ve o anı yaşamak…
İşte bu romantizmden bahsediyorum.
O yüzden de işin içinde cinsellik olmayan romantizm; karda yaşanandır.

Özgürlükleri zorlarcasına dekoltenin bini bir para olan yaz sıcağındaki aşkın, sevdanın içinde; zaten doğal olan, hatta olması gereken cinselliğin olmaması hiç mümkün mü?

Güzel bir yaz akşamı; mum ışığında, belki bir deniz kenarında sevenlerin hissettiklerinin güzelliğini kim inkar edebilir ki?

Ama orada bile aşka, sevdaya etki eden bir ortam renklendirmesi vardır. Açık havada yanan romantik bir ışıklandırma, belki denizin aşkınıza kendi dilinde söylediği şarkısı; her şey o anın ortam renklendirmesidir.

Oysa karla kaplı bir yerde ortam rengi sadece beyazdır. Saflığın temsilcisi olan tek renk her yerdedir.
Ve soğuk, her şeyi zorlaştıran soğuk, insanın başkalarıyla paylaşımdan kaçmasına neden olacak kadar insanı içine döndüren soğuk; sizi etkisi altına almıştır.

Yani ortam rengi aslında sadece sizin renginizdir. Huzur içinizin size gösterdiğidir.
Ve inanın gerçek aşk; işte o soğukta size kendisini gösterir.

O yüzden bence soğuğa rağmen içinizi ısıtan bir sevdanız var ise ona iyi sarılın. Çünkü o sizin iç huzurunuzdur.
Mutluluğunuzun, mutlu olmanızın tanrının size gösterdiği şifresidir.
Ve o şifre; karla birlikte hissettiğiniz romantizmle size kendini gösterir.
O yüzden farklıdır.
O yüzden karda aşk; aşkların en güzelidir.

27 Ocak 2012 Cuma

TİYATRODA SEKS

Cinsellik ve seks; her zaman satar mantığı ile bir süredir tiyatro sahnelerinde de cinsel içerikli görüntüler sergileniyor.

Oysa tiyatro seyircisi farklıdır.
Tiyatro seyircisi; bir sanat eserini veya bir emeği seyretmeye gelir. Ve bu emeği alkışlar. Oynayanlarda bu alkışla; çalışmalarının karşılığını alır ve sanatın hala yaşadığına, sanatçının da en azından o tiyatro ortamında önemsendiğini işte bu alkışla anlamaktan öte hisseder.
Ki bu önemlidir, böyle de kalmalıdır.

Oysa şimdi tiyatro sahnelerinde oyun boyunca öpüşenler, soyunanlar ve sevişenler gırla…
Yani işin boku çıkmak üzere ama haydi hayırlısı…

Sahnede kendilerini sanatçı zannedenler; bol bol öpüşüyor ve sevişiyorlar.
Ve oyun sonrası alkış…
Alkışta neye alkış?

Bazı şeylerin bu kadar aleni ayaklar altına alınmasına mı?
Yoksa “ahlak” denilen şeyin artık yok olduğunu görüp, yeni yeni kafamızın içine birileri tarafından yerleştirilen her şey serbest zihniyetine mi?

Zamanla tiyatro seyrinin hakkını verenlerin, alkışladıkları zaman neyi alkışladıklarını bilenlerin yerlerine; daha zirzop seyirciler, iki baldıra on hikâye yazan arızalılar oturacaklardır.
Ve inanın seyirciyle birlikte oyunlarda değişecektir.
Çok değişecektir.

Öyle ki oyun afişleri bile; sanatı kıçını göstermek sanan kadıncıkların ya da canlı sevişme performansının reklâmı şeklinde olacaktır.

Oysa inanın tiyatro oyunları için yer bulmak zaten çok zordur. Yani tiyatronun böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Olmazdı da…

O yüzden gerçek sanatçıların bu konuda acilen bir şeyler söylemeleri ve hatta söylemekten yetinmeyip, bir şeyler yapmaları gerekiyor diye düşünüyorum.
Aksi halde zamanla onlarda bile deformasyon olacak ve sanatlarından, sanatçılıklarından keyif almamaya başlayacaklardır.

Biz seyircilerde afişi en iyi, en çekici tiyatro oyununun DVD’si ile magazin dünyasında baş başa kalacağız…
Sanatın ne olduğunu unutanlarla birlikte…

26 Ocak 2012 Perşembe

GÜVERCİNLER

Kış geldi ya benim evin penceresi; her kış sabahında olduğu gibi gene güvercinlerin uğrak yerlerinden birisi oldu.

Çünkü karlı kış günlerini yaşadığımız şu günlerde daha önceki yıllarda olduğu gibi her sabah onlara yem veriyorum.

Elbette benim verdiğim yemler onlara yetmiyor biliyorum ama bu da bir şeydir düşüncesiyle devam ediyorum ki edeceğimde…

Ama ne yazık ki benim pencerem; muhtemelen oturduğum mahalledeki tek pencere…
Onlarca evin tek penceresi…

Sabahları o güvercinlerin iki buğday parçası için nasıl çırpındıklarını görmek bile insanın vicdanına dokunurken, bu ne kadar üzücü bilemezsiniz.

Açlık yoğun bir şekilde soğukla birlikte onları öyle esir almış ki yem verirken bile uçmuyorlar ve sizin elinizi uzatıp, yem koymanızı seyrediyorlar.
Neredeyse yaşamlarını hiçe sayarcasına…

Korunma güdüsünün ne hale geldiğini görmek bile o an için korunmasız olan bu hayvanlar açısından cidden ürkütücü…

Lütfen siz de evinizden çıkmadan önce pencerenize ya da balkonunuza birkaç avuç buğday koyun. Koyduğunuz anda bilin ki bir veya belki birden fazla güvercinin hayatını kurtarmış olabilirsiniz.

Ve inanın ki ellerinizden yaşama uzanan bir yolculuktur; onların size güvenerek pencerenize gelmeleri…

Onlar karınlarını bir nebze doyururken, siz içinize yerleşen hüzünle karışık huzuru inanın daha yoğun hissedeceksiniz.
Çünkü insan olmanın ne demek olduğunu gösterebileceğiniz en kolay şeyi yapmışsınızdır.


24 Ocak 2012 Salı

ÇIPLAK GÖSTEREN GÖZLÜK

Hani deyim yerindeyse; sopalık adamların ortalıkta dolaştığı, garip bir milletiz vesselam.
Bakın işte internetteki bir alışveriş sitesine insanları çıplak gösteren gözlük siparişi verenler; gelen paketin içinden normal bir gözlük ve bitkisel çay çıkınca polise ihbarda bulunmuşlar.

Yani insanları çıplak gösteren bir gözlüğü almaya çalışmaları sanki normalmiş gibi üstüne “kandırıldık” diye ihbarda bulunuyorlar.
Hayır, utanmayı, sıkılmayı geçtik; bir araba sopayı hak ettiklerinin farkında bile değiller.

O yüzden bu denyoları kekleyen firmaya kızamadım bile…

Akıl sağlığı yerinde olmayan bu sapık ruhlu adamlara laf söylemek dile ziyan.
Vereceksin sopayı, vereceksin sopayı ki endamları değişsin.

Böylece milletin karısına kızına; art niyetle bakmanın ne demek olduğunu da belki kenarından köşesinden böylece öğrenirler.
Ki bence bu da yetmez; o yüzden bu kazmaları ve niyetlerini deşifre etmek, ele güne kepaze etmek gerek.

Yani bu tipleri gözlüğe gerek kalmadan çırılçıplak hale getireceksin.
Mecazi anlamda yani…

Bakın ben size bir şey söyleyeyim; biz millet olarak zaten doğru dürüst bakmayı, bakınca da gerçeği görmeyi bilmiyoruz.
Es kaza görürsek; bu seferde gördüğümüzü anlamıyoruz.

O yüzdendir bu denyoların böyle şeylerin peşinde dolaşmaları.
Gerçekle işleri yok çünkü…

Neymiş çıplak gösteren gözlükmüş.


23 Ocak 2012 Pazartesi

AYI SAVAR

Erzurumlu bir elektronikçi; yabani hayvanların bahçe ve tarlalara girmesini önlemek için bir robot yapmış ve ‘Ayı Savar’ adını vererek patentini de almış. Özellikle tarımla uğraşan ülkelerde bunun çiftçilerde yaratacağı kıymet kolay kolay anlatılmaz.

Tabi robotun adı ‘Ayı savar’ olunca; hemen konuyu biz erkeklere bağlayanlar oldu. Malumunuz kadın kısmısı için biz erkekler; ya öküzüz, ya da ayı…
Söz meclisten dışarı; kendileri sanki saflıkları kendilerini taşmış taze kuzular…

Erkeği öküz yap, ayı yap sonra “geldi beni yedi” diye şikâyet et.
İş mi yani…

Durum böyle olunca yazarımız S’de her kadına ayı savar gerekliliği üzerine güzel bir yazı yazmış. Yazmış ama arkadaşımızın atladığı bir şey var ki bence önemlidir.

Onlara göre eğer yeryüzünde; bu kadar ayı varsa bize göre bunun sebebine de özellikle bakmak lazım.

Hayvanın adını alıp, erkeklere yapıştırmak kolay iş. Siz hiç ayı tarafından parçalanmış bir kadın haberi okudunuz mu?
Mümkünatı yok okumamışsınızdır.

Es kaza bugünden sonra okursanız; emin olun kadın ayı tarafından parçalanmayı istemiştir. Ya da ki büyük ihtimalle onu parçalayan ayıyı ayı olduğuna pişman etmiştir. Çünkü ayı; bilinç kaybına uğrayıp, ne yaptığını bilmez hale gelmiştir.

Ayrıca erkeği yetiştirirken “aslan oğlum” diye sevip büyüten, büyüdükten sonra da “ayı” diyerek dışlayan kadın milletinin; biraz titreyip ben nerde yanlış yaptım diye düşünmesi gerekmez mi?

Cevap veriyorum; yok, gerekmez.
Çünkü onlar; onlara göre zaten doğuştan doğru düşünen ve ne yapsa doğru olanlardır. Hele bir yüzlerine yanlış oldukları söylensin. Vallahi ayılığınızı unutur, sizi sineğe çevirirler. Sonra dolanır durursunuz. Üstelik niye dolandığınızı bilmeden…

Sonuçta yine sizi bir hayvana benzetirler velhasıl…
Yani aslanla başlayıp, ezik sinek haliyle biten bir yolculuktur; erkeğin kadının gözündeki yolculuğu.
Ayıyı dayı, dayıyı da ayı yapabileceklerini unutarak…
İllaki öküz ve ayıda takılarak…

Üstüne bir de savar…
Erkek için kadından daha etkili bir savar aleti olamayacağının farkında bile değiller. Ki bence Allahtan değiller de böyle garip oyuncakların peşinde dolaşıp duruyorlar…


20 Ocak 2012 Cuma

KİMSESİZ HİKÂYELERİMİZ

Aslında hepimizin geçmişimizde kalan hikâyelerimiz vardır.
O hikâyeler; şimdi ne kadar mutlu olursak olalım ya da ne kadar mutsuz olursak olalım; içimizde bir yerlerde yaşıyor, yaşamaya ısrarla devam ediyorlardır.
Sadece söylenmiyorlardır.

Söylenmiyorlardır ama içimizde bir yerlerde aslında hiç unutulmayacaklarını bilmelerine rağmen, yine de unutulmaya direniyorlardır.
Çünkü onlar kimsesiz hikâyelerimizdir...

Kâh bir şarkının mısralarına takılarak, kâh da soğuk kış gecelerinden birinde sokak lambasının altındaki iki sevgilinin sıcaklığını seyrederken; unutulmadıklarını gösterircesine size gelirler.

O zaman; zaman durur ve sanki pencereye yansıyan siluetinizle birlikte bir yerlere gidersiniz. Kimsenin bilmediği, belki de sizin bile unuttuğunuz bir yerlere…

Yaşanmışlardan arta kalan hatıraların canlanmasıdır işte o anda hissettiğiniz. Yitirilmiş sanılan her şeyin aslında akıp geçen zamanla daha çok değerlendiğini, değerlendikçe de sizden uzaklara gittiğini hissedersiniz.
Hissettiğinizle de o anda üzülürsünüz.
Nedensizce sanki…
İşte o hissi size yaşatan; kimsesiz hikâyelerinizdir.

İllaki bir sevgilinin nefesi değildir size gelen; belki yitip giden bir dost eli, belki yıllar öncesinde kaybettiğiniz bir yakınınızdır; size apansız “merhaba” diyen.

Öyle ki o hikâye; yaşanmışların yanında yaşanmamışların keşkelerle yoldaşlığını da size o anda hissettiren kimsesiz hikâyenizdir.

Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı saklı anılarınızın kelimelere küstüğü hikâyenizdir.

Ve biraz mutluluk, biraz hüzünle birlikte; gözyaşınızın yalnızlığını seyretmek istercesine size gelmiştir. Unuttuğunuzu sandığınız unutulmaya direnen kimsesiz hikâyeniz…

19 Ocak 2012 Perşembe

MEZARLIKTA AÇIK HAVA SİNEMASI

“Sevgililer Günü” adlı eski bir filmin bir sahnesinde; mezarlıkta açık hava sineması vardı. Ve insanlar mezarlığa yapılmış olan bu sinemaya sevgilileri ile gelip orada film seyrediyorlardı. Tabi seyretmeyenlerde oluyordur.
Düşünsenize mezarlıkta film seyretmek…

Böyle bir imkânınız olsaydı; gecenin bir vaktinde sevdiğinizle birlikte sinemanın olduğu mezarlığa gidip, film seyreder miydiniz?
Ya da ülkemizde böyle bir şeyin yapılacağına inanıyor musunuz?

Sizi bilmem ama ben kendi adıma böyle bir girişimde bulunacağımı kesinlikle düşünemiyorum. Ki zaten ben düşünsem bile birkaç seans sonrası; mezarlık yönetimi benim sinemaya girişimi engellemek için gereken her şeyi yaparlardı.

Hayır, ama haksız mıyım gecenin bir vakti mezarlıkta film seyretmek öyle kolay mı?
Gerçi elalemin mezarları; belki de mezarlıklara ayrı bir hava vermek amacıyla olsa gerek neredeyse her mezar taşı mumlarla aydınlatılmış durumdadır.
Hani yani mezarlık olduğunu bilmeseniz; al sevgilini romantik romantik takıl denebilecek bir ortam.
O derece yani…

Ama bizdeki mezarlıklar öyle mi?
Vallahi gece vakti takılayım desen; hoş girişler yasak ama es kaza serbest olsa da girsen, resmen ayvayı yediğinin resmidir.
Olmadı zaten çarpılacağın kesin.

Hani birisi ile karşılaşmana, olağan dışı bir şeyin olmasına gerek bile yok; karanlığın mezarlıkta yarattığı ambiyansta zaten sen altına edersin.
Hayır, böyle olunca da duaya geldiğine beddua etmek işten bile değil…

Üstüne bir de mezarlık sinemasında film seyretmek…
Film aşk filmi olsa kaç yazar, sen zaten arabada ‘Yusuf Yusuf’ adlı yeni bir filmin başrol oyuncususundur.

17 Ocak 2012 Salı

GİTMEK

Arkanızı dönüp gitmek;
Sizi sıkan, yoran her şeyden uzaklara
Gidebildiğiniz kadar uzağa gitmek.

Yüreğinizi nefesinizi kesercesine sıkan
Her şeyi unuturcasına arkanızı dönüp gitmek.

Karanlık yüzlerini
Gözlerinin arkasına gizleyenleri
Görmeyecek bir yerlere gitmek.

Hep özlediğiniz ve yerleşmeyi hayal ettiğiniz ufuklara
Her istediğinizde koşarak gitmek.

Olmazları olur yaparcasına,
Umursamazlığı yaşarcasına
Her şeye her istediğinizde dokunurcasına gitmek.

Gönlünüzü ele geçiren sevdanın ne demek olduğunu
Yaşatarak öğretene
Söylenmemiş sözleri yaşamaya gitmek.

Sessizliği özleyen ruhunuzu dinlercesine
Sessizce kulağınıza küpe seslerin ulaşamayacağı yerlere gitmek.

Elinizi uzattığınızda elinizi tutanla
Yanınızda olmasa da yanınızda hissettiğinizle
Yani özlediğinizle, çok özlediğinizle birlikte gitmek.

Zor mu?

6 Ocak 2012 Cuma

YARIM HAYAT

İnsanız hamurumuzda var; çoğunluğumuz için beğenilmek, sahip olduklarımızın başkaları tarafından takdir edilmesi, hatta bazılarımız için özellikle her bakımdan kıskanılmak, diğerlerinden her konuda daha önde olmak; hayatta mutlu olmak için özellikle geçerli ölçülerdendir.

Öyle ki böyle insanlar; her şeyde iyi olma hayallerini yaşantılarına illaki taşırlar. Taşırlar ama hayalle gerçek arasına sıkışmışlıktan kurtulup, bir türlü hayalleri ile gerçekliklerini bir araya getiremiyorlardır.

Onlar her şeyde iyi olma çabalarının sonucunda aslında her şeyde beklentilerinin ve hayallerinin ölçülerine göre kötülerdir, geri kalmışlardır.
Yani hayal kırıklıkları onlara yaşam boyu yoldaşları olmuştur.

O yüzden de aslında bir türlü yeterince mutlu olamazlar, mutlu gözükürler ama bu gözükmeleri sahtedir.
Çünkü içleri herkesten uzak ve yıkık döküktür.
Ve ne yazık ki sessizliklerinde, geceler boyu kaybolmuş hayallerinin beşinde koşturduklarında; bu onların gerçeğidir.

Onlar her şeyin peşinde bir o yana bir bu yana koşturdukları içinde ellerinde sadece bir ömrü tüketeceklerinin farkında bile olmadıkları yarım yamalak avuntuları kalır.

Kimseye söyleyemedikleri ve hayatın onlara uygun gördüğü ama doyumsuzlukları yüzünden bir türlü de beğenmedikleri gerçeklerinin arasında sıkışmış bir yarımlıktır hissettikleri.

O yüzden yarımlardır onlar ve hayatı da yarım yaşarlar.

Ve işin kötüsü yarımlıklarından bihaber, garip doyumsuz bir hayattır hayatları…
Farkındasız ve mutsuz…

5 Ocak 2012 Perşembe

YANAR DÖNER ERKEKLER

Biz erkekler cidden garip yaratıklarız. Hani erkekliğe bok sürmeyeceğiz diye ota boka tavır alır, ciddi adam edalarıyla durumu idare ederiz, etmeye çalışırız. Çalışırız da bazen tüm ayarlarımız kaçıverir.

Hayır, ayarımız kaçarda ayarın kaçtığından haberimiz bile olmaz. Bu durum en çok işin içinde kadın eli varsa gerçekleşiyordur.

Bu sözümün ne kadar doğru olduğunu; geçtiğimiz yılbaşı günü öncesindeki akşam saatlerinde Büyükşehirlerin işlek yerlerinde dolaşanlar gayet net bir şekilde anlamışlardır.

Ankara’nın en işlek yerlerinden birisi olarak değerlendirilen Kızılay’da telaşla bir yerlere yetişmeye çalışırcasına koşturan insanların arasında; kafalarında muhtemelen işportacılardan alınmış, sanırım şeytan kulağı da denilen yanıp sönen ve taç şeklinde kafaya takılan lambalar vardı.

Yanında sevgilisi; kafasında yanardöner bir taçla şehrin merkezinde üstelik gülümseyerek dolaşan erkekler…

Yani normalde belki de haddinden fazla ciddi geçinen bu adamlar; yılbaşı günü sevgili hatırına resmen şebeğe dönmüşlerdi.

Yanlarındaki hatunlar; artık onları sevgili diye mi dolaştırıyorlardı yoksa kiralık şebek misali eğlencelik diye mi o görüntüye bakarak anlamanız pek mümkün değildi.

Hayır, adamları zaten hiç anlamıyorsunuz. Gülerek kafalarında taşıdıkları; kulaktan ziyade resmen boynuz.

Hani öyle bir boynuz ki habire yanıyor sönüyor ve neredeyse ben buradayım diye, adeta ben öküzüm diye âleme ilan ediyor.

Zaten “bir erkeğin olmadık durumlara düşmesinin nedeni büyük ihtimalle kadındır” dememde işte bundandır.
Sonuçta zaten “boynuz” denilen şey; işlevsel olarak da kadın sayesinde anlam kazanmıyor mu?