25 Kasım 2011 Cuma

HAYATI KUTLAMAK

Hayatımızda kutlanacak o kadar çok şey vardır ki inanın saymakla bitiremeyiz. Bitiremeyiz ama oturup da bunları sayan, saymaya çalışan hemen hemen hiç yok gibidir.

Çünkü insanoğlu iyinin, kendisini mutlu edecek olanların değil de genelde kötünün, kendisini iyi hissettirmeyecek olanların etrafında dolaşır.

Herkes tersini iddia ederek, mutlu olmak için çırpındığını söyler ama inanın aslı bu değildir. Çünkü genelde mutlu olmayı mutsuz olmamak sanırız. O yüzden de bizi mutsuz edecek şeylere odaklanır, onları hayatımızdan bertaraf etmeye çalışırız. Oysa asıl yanlışımız işte buradadır. Tam gözümüzün önünde, tam elimizin ucunda hatta avucumuzdadır.
Avucumuzun sıcaklığındadır.

Mutsuzluktan kurtulmak için mutsuzluğa neden olanlara odaklanmak; aslında bir türlü mutlu olmamanın asıl nedenidir. Bu bakış açısı; mutlu olmak için ne kadar çok şeyimizin olduğunun farkında olmamaktır. Aslında bilerek bizi mutlu edecek olanlardan uzak kalmak, yani kendi kendimizi mutsuz etmektir.
Üstelik tam tersini yapmak isterken.

O yüzden yıllar geçince elimizi hangi cebimize atsak; farklı bir pişmanlığın hatıralarda kalmış kırıntısı avucumuza gelir. Ve anlarız ki yıllar öncesinde mutluluğu hissettiğimiz avucumuzdaki sıcaklık; yerini belki de hiç hak etmediğimiz keşkelere terk etmiştir.

Ben nerede yanlış yaptım diye sormayı unutanları boş verin, geç de olsa bunu kendilerine soranların bile çok geç tanıştıkları mutluluk reçetesidir. Yılların sararttığı ve bir daha asla saf ve temiz olmayacak mutluluk reçetesi…
Hayatı kutlamak için geç kalma yazan silik bir reçete…
Hayatı kutlamak için ne çok şeyimiz olduğunu; kutlamayı unuttuğumuz yaşamımızın sonunda hatırlatacak olan bir reçete…

Belki de yanağımızda kalmış bir avuç sevdanın içinde kaybolmuş mutluluğun reçetesidir bulduğumuz…
Yıllar sonra yaşlı gözlerimize gözyaşını bile yakıştıracak bir kutlamayı hatırlatan birkaç kelimelik; unuttuğumuz, unutarak mutluluğu teğet geçtiğimiz bir yaşamın ardından, içimizdeki geç kalmış sessiz kutlamadır.
Hayatı kutlamak…

22 Kasım 2011 Salı

AŞKIN DİLİ

Başbakan Erdoğan Almanların ülkelerinde yaşayan Türklerin asimilasyonuna karşı olduğunu belirtmek için Almanya’da bir Türk ile bir Alman evleneceği zaman onlara “Almanca biliyor musun, bilmiyor musun?” diye sorulmaması gerektiğini “Aşkın dili olur mu ya” diyerek ifade etmiş.

Demiş ama bence aşkın dili konusunda yanılmış. Çünkü bana göre aşkın dili vardır. Ki zaten olmalıdır da…

Sevgilinin sadece gözlerine bakarak yüreğinden geçenleri, içindeki sevgiyi yeterince anlatmak mümkün değildir.

Evet, gözler bir şeyleri anlatır, sevgiyi kelimelerin yerine geçercesine zaman zaman gösterdiği de olur. Ama bu yetmez. Asla yetmez.

Aşk; içindeki sevdanın dile gelmesidir. Aşk; dilindeki sevdayı yüreğinde yaşamaktır. Aşk; yüreğinde yaşadığın, dilinde yol bulan sevdanın gözlerine yerleşmesidir.

Öyle ki birisinin eksikliği aşka dair her şeyin eksikliği demektir. Aşk bu derece hassastır. Yani aslında aşk; aşkı doya doya yaşamakla, kaybetmek arasındaki iki ucu keskin görünmez bir bıçağın sırtında durabilmektir.

Sözsüz bir aşk; zaten aşk olmayıp, olsa olsa sadece bir hoşlanmadır. Hoşlanmanın ötesine geçerek başlayan bir ilişki ise ancak cinsel güdülerin esaretinde olan ama bir türlü ötesine geçemeyen bir ilişkidir.

İşte dil bilmeden yaşanan da ancak budur.

Bir bakıma dil bilmeyen Türk gençleri ile yabancılar arasında her yaz yaşananda budur işte. Yani aşkı birkaç saate sığdıran bir anlayıştır. Bu anlayış her şeyden önemlisi aşka şekilci bir yaklaşımdan öteye geçemeyen bir anlayıştır.

Aşksa şekilciliği sevmez. Çünkü aşk; sadece bir kişinin duyduğu yürek sesidir.

O ses; karşındakinin kaşından, gözünden yani bedeninden çok daha önemli bir sestir. Öyle ki o sesin dile gelmesi ile gerçek aşkın yolculuğu başlar. Yoksa aşk diye bir şey olmaz.

Ne demiştik?

Aşk; ancak içindeki sevdanın dile gelmesidir. Aşk; dilindeki sevdayı yüreğinde yaşamaktır. Aşk; yüreğinde yaşadığın, dilinde yol bulan sevdanın gözlerine yerleşmesidir.

Yani aşkın dili vardır. Zaten aşkı aşk yapan da işte o dildir.