31 Aralık 2011 Cumartesi

KUTLAMA

Yaşamı hızla geçmişin tozlu ve zamanla unutulacak raflarına yollarken, umutları hep kendimize yakın hissederiz. Her geçen gün bir sonraki günün umudunu getirdiği sürece de huzuru bu umutlara bağlayarak günlerimizi geçiririz.

Öyle ki bazen bir ömür geçer gider ama yürekte saklı kalan umutlar; hiç kaybolmazlar. Kaybolmayıp. son anımıza kadar hep bizimle kalırlar.
Belki biraz azalarak, belki şekil değiştirerek ama hep kalbimizin bir köşesinde saklı kalırlar.

Oysa sıkça yazdığım gibi aslında umut denilen şey avucumuzdadır. Yani aslında yaşamımıza anlam kattığını sandığımız tüm umutlarımız bir yana gerçek mutluluğumuz avucumuzdadır.

Yani her şey bir avuç huzurun içinde saklıdır.
Bir avuçtur ama her şeye karşılık gelecek kadar, her şeyi bir anlamda anlamsızlaştıracak kadar; anlam ve mutluluk dolu, her şeye anlam yüklediğiniz, yükleyebildiğiniz bir avuçtur.

Mutlu olabilmenin püf noktası işte burada; tek kelime ile elinizdedir. Elinizde olmayan hayallerin peşinde ömür tüketmek bir yana elinizde, avucunuzda sakladığınız her şeyinizdedir.

Bu anlayışla; yeni yılın size mutluluk getirmesini diliyorum. Sizi huzursuz eden her şeyden uzak, size mutsuzluk getiren ya da sizi mutsuz hissettiren herkesten uzak, yeni ama pırıl pırıl bir yılınız olsun.

Geleceğinize umut beslediğiniz, şansınızın yanınızda olduğu, gönül zenginliğinizin; yüreğinizden taştığı, haksızlıklardan uzak, adaletli ve hoşgörü ile barışık olduğunuz aydınlık bir yılınız olsun.

Kalbinize dokunan elleri sahiplendiğiniz, aşkın en ateşli anlarını her anınızda hissettiğiniz, sevda ateşinin yüreğinizde gittikçe çoğaldığı, o ateş ile içinizin ısındığı, yanında mutlu olduğunuzla huzurlu geleceğinize yolculuğunuzun hızlandığı, sevgi ve şefkatle yanağınıza dokunan eli aynı duygularla tuttuğunuz ve bir avuç mutluluğa tüm varlığınızla kapıldığınız harika bir yılınız olsun.

Her şeyden basit ama her şeyden anlamlı olan, huzur ve mutlulukla dolu bir avucunuz olsun.

Yeni yılınız kutlu olsun.

29 Aralık 2011 Perşembe

BİR GARİP YOLCU

Yorgun bedenine eşlik eden yaşanmışlara şahit gözleri; başucundaki pencerenin perdesini dinlemeden güne merhaba dercesine giren güneşin odaya yansımasına takılmıştır.

Tanrı ona istemediği halde bir gün daha hediye etmiştir. Oysa her gece olduğu gibi sabah uyanmamayı hayal ederek uyumuştu.

Hayallerinin zamanla nasıl değiştiğini, eriyerek kaybolduğunu düşündü. Yaşam ona belki de hak etmediği her şeyi hak ettikleri ile birlikte cömertçe yaşatmış ve son yıllarını yalnızlığa mahkûm etmişti.

Bitmeyen yalnızlıkla bir türlü geçmek bilmeyen ilk zamanlar gözleri hep kapıdaydı. O kapıdan bir evlat kokusu, bir tanıdık selamının girmesini bekledi.
Terk edildiğini hissettiği bu huzurevinde…

Günlerce, aylarca ve yıllarca her geçen gün hızla tükenen ümitleriyle gözlerinin baktığı yerde değişmişti. Artık kapıya değil, ölüme olan hasretiyle pencereye bakıyordu.
Sanki Tanrı’yla göz göze gelmek istercesine, “beni al artık,” deme şansını kaçırmak istemezcesine gözleri hep penceredeydi.

Zaten yalnızlığı bile her şey gibi, herkes gibi onu terk etmiş, yorgun bedenine ona göre artık lüzumsuz olan yaşamı bırakmıştı.

Uzun zamandır konuşmaktan da, sitem etmekten de vazgeçmiş bir şekilde suskunluğunu; unutmaya çalıştıklarıyla birlikte kendine arkadaş seçmişti.

Kaybolup giden arkadaşlıklarına yanmaktansa, beklese de gelmeyen evlat kokusuna hasreti unutmak istercesine, sadece sevgi verip unutulmayı aldığını bilmek acı veriyordu ona ve o acı hiç gitmiyordu.

Günle birlikte yeni bir mevsim gelmiş, eskisini belki de son mevsimi olduğunu bilerek yolcu etmişti. Artık gidenlerin arkasındanda, onu terk eden anılarına da ağlamayı unutmuştu.

Yaşamı terk etmeyi bekleyen gözleri penceredeyken, pencerenin dışından beklediğinin aksine tanıdık bir ses; unuttuğunu sandığı bir şarkıya eşlik etmeye başladı.

Bir garip yolcuyum hayat yolunda,
Yolunu kaybetmiş perişanım ben.

Mecnun misali gurbet ellerde
Ümitsiz sevginin kurbanıyım ben.

Yalan dünya her şey bomboş,
Hancı sarhoş, yolcu sarhoş.

Bir gün gibi sanki geçti seneler,
Ümidim kayboldu perişanım ben.

Alın yazımmış hayat yolunda,
Ümitsiz sevginin kurbanıyım ben.

Yalan dünya her şey bomboş
Hancı sarhoş, yolcu sarhoş.

Şarkı bittiğinde unuttuğu gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Bu şarkıyı belki yüzlerce kez söylemişti ama kendi yaşamını anlattığını hiç bu kadar dolu dolu hissetmemişti.

Yılların suskunluğunun inadına; gözyaşlarına eşlik edercesine mecalsizce ama gönülden şarkıya tekrar başladı.

Bir garip yolcuyum hayat yolunda,
Yolunu kaybetmiş perişanım ben.

Mecnun misali gurbet ellerde
Ümitsiz sevginin kurbanıyım ben.

Hem söylüyor, hem ağlıyordu.
Ve bu şarkı ona çok yakışıyordu.
Çünkü o Behiye Aksoy’du…


28 Aralık 2011 Çarşamba

SİLİKONLU GÖĞÜSLER

Malum gündem bu aralar Fransa civarlarında dolaştığı için biraz Fransa’ya takılalım istedik. “Haydi, hayırlısı,” diyerek yazmaya başlayalım. Bakalım ne çıkacak.

Fransa’da göğüslerini büyütmek amacıyla silikon taktıran kadınlar arasında ciddi bir sıkıntı baş göstermiş. Göğüslerine yerleştirilen göğüs implantlarının içeriğinde; elektrik sanayinde kullanılan silikon jelin bulunması ve bunların çabuk patlayan cinsten olmalarının yanı sıra kanserojen olmaları nedeniyle kadınlar büyüttükleri göğüslerini acilen küçültmeye başlamışlar.
Yani “silikonlar dışarı,” demeye başlamışlar.

Bence bu silikonlar çıkarılırken ilgililer anket falan yapsınlar. Böylece küçük çaplı bir araştırmayı da gerçekleştirmiş olacaklardır. Mesela sorulardan birisi sevişirken göğüslerinizle erkek partnerlerinizin diyalogu nasıldı? Olabilir.
Hata olsun bence…

Düşünsenize tam sevişmenin en can alıcı noktasında; kadının göğsü ile haşır neşir olmaya başlayan erkeğin bir anda; aslen yemek amaçlı kullanılan ya da kullanılması gereken organının (anlamayanlar için ağız bölgesinin) hafif oranda bir elektrikle muhatap olmasını…

Hayır, kadın o anda adamın ağzı yüzü yamulmuş bir haldeki titrek halini görünce; silikonlu göğüsleri için içinden “vay be ne göğsüm varmış adamın feleği şaştı” bile diyebilir.

Tabi nereden bilsin; adamın bir yandan dilinin, dudağının uyuşmasının nedeni olarak kullandığı mavi hapların bir etkisi olup olmadığını düşünürken, bir yandan da bana ne oluyor diye düşünerek ağzını, yüzünü toparlamaya çalıştığını…

Düşünsenize; adam uyuşmuş ağzı ile durumu düzeltmek için akım derken bokum bile diyebilir. Gitti sevişmenin ahengi.

Hayır, bir de kadının göğüsleri; nedensizce veya okşanma sonrası devreye giren elektrik sanayinde kullanıldığı için kendisini de elektrikli sanan jel sayesinde için için patırdarsa; üstüne silikonlara zarar verdi diye kadından dayak bile yiyebilir.

Neymiş sevişmeymiş.
Yeminle adam bir ömür unutmaz o sevişmeyi…
Yıllar sonra Fransız erkeklerinin cinsel tercihlerindeki sapma neden oldu diye düşün dur.

O yüzden böyle bir anket Fransızlar için hayati önem taşımaktadır.


21 Aralık 2011 Çarşamba, 11.24

21 Aralık 2011 Çarşamba

SARDUNYA

Sabahın ilk ışıkları ile onlara bakmak; garip bir tutku ile sizi kendine bağlamıştır. Çünkü o anda hissettikleriniz; gerçek anlamda sizin için güne başlamaktır. Sabahın taze kokusunu içinizde hissediyor ve o hisle dolu olarak yaşama başladığınızı hissediyorsunuzdur. Yani asılında yaşamın sizin için ne demek olduğunu anlıyor gibisinizdir.

Birkaç saat sonra; yaşamın gün boyu size sağdan soldan getireceği garip yüklerle karşılaşacağınızı bilmenin siz de yaratacağı tüm huzursuzlukları; sahip olduğunuza inandığınız o taze renklerin arasında kaybettiğinizi de işte o anda hissediyorsunuzdur.

Hissediyorsunuzdur çünkü aslında gününüze güzel başlamanızı sağlayan bu renk cümbüşünü; aynı zamanda dokunulmazlığınız sanıyorsunuzdur.

Öyle sandığınız içinde onlara sizin dışınızda dokunulsun, sabahın sessiz rüzgârlarına sakladığınız gizemli dilekleriniz; başkaları tarafından duyulsun istemezsiniz.

Kimseye anlatmadığınız sırlarınızı paylaştığınız renklere düşkünlüğünüz; belki de sırf bundandır.

O yüzdendir hayatınıza renk katan rengârenk sardunyalara bağlılığınız. Sardunyasız olamamanız.

Renklerin cümbüşüne gönlünüzü yerleştirmeniz.


16 Aralık 2011 Cuma

MUTLULUĞU TERCİH EDEMEMEK

Bir yazıda sevgililerden birisinin diğerine “Hayat tercihlerden ibaret ama mutluluğu tercih edemiyor insan bazen. Ama tercihi ne olursa olsun; hissettiği sevgisi öyle çoktur ki sorgu, suale hiç gerek yoktur,” diyordu.

Sevgilisinin “hayat tercihlerden ibarettir” iddiasına cevabıydı bu. İnandığını ya da yüreğinin istemeyerek kabullenmek zorunda kaldığını söylemişti o anda; kendisini her şeyden çok sevene…

Sözün her şeyi terk ettiği, bittiği bir andı; bunu duyan yüreğin hissettikleri…
Hayatı bir yana bırakıp tercihini göstermesine rağmen, tercih edilemeyeceği ihtimalini hissettiği bir andı.
Tıpkı o anda için için içinin kanamaya başladığını hissettiği gibi…
Sırtından hançerlenmiş gibi…

Bu aslında net olarak söylenmese de geçmişlerinin tüm yüklerini sırtlarına almalarına rağmen, yaşanan muhteşem bir sevdanın taraflardan birinin; yaşamın mecburiyetlerine yenilgiyi kabul etmesiydi. Bile bile mutluluğu tercih edemeyeceğini itirafıyla; aslında gelecekten, gelecekte yaşanacaklardan dolayı hissettiği korkusunun da itirafıydı.

Yani belki de bilerek sevdasından vazgeçebileceğinin gizli itirafıydı.

Hayatın kendisini mecbur ettiklerine mahkûm olduğuna inanması yüzünden; yüreğindeki sevdasını tercih edemeyeceğini, içine sığmayan sevgiyle belki de bir ömür sessizliğe gömülebileceğini söylemesiydi.

Belli ki yaşanan yaşansındı ama yaşanacaklar yaşanmayacaktı. Yani aslında severek ayrılanların şarkısıydı; nereye gittiğini bilmeden söylediği sözler.

İtirafı; mutluluğu tercih edememek adındaki yalancı engellere teslimiyetiydi. Teslimiyeti ile birlikte sevgilisine duyurduğu; kendisinin bile söylemekten hatta yaşamaktan korktuğu bir ayrılığın sinyaliydi.

Korkuyordu çünkü vazgeçeceğini söylediği aslında vazgeçmekten korktuğuydu. Huzuruydu, mutluluğuydu yani aslında vazgeçeceğini söylediği kendiydi…

Kendiyle birlikte beklentisiz bir şekilde seven başka bir kalbe düşürdüğü kurttu…

12 Aralık 2011 Pazartesi

SAKLI MUTLULUK

Etrafınızdaki, yaşamınızdaki kalabalıklar; sizin gerçek mutluluğunuzun ne veya neler olduğunu görmenizi engelleyen yalancı oyuncaklarınızdır. Onlar sizi günlük oyalamaları ile oyalarken, siz de çoğu insan gibi bu oyuna kanıyor ve belki de sizin için gerçek mutluluğun ne olduğunu bilemeden, o mutlulukla tanışamadan yaşamınızı tüketiyorsunuzdur.
Garip ama eksik bir şekilde…

Oysa mutlu olmak basit, basit olduğu kadarda kolaydır aslında…
O kolay ve basit olan aslında sadece bakmakla, baktığını görmekle ilişkilidir. Ama etrafa, yaşama, yaşamınıza etki eden insanlara değil; sadece içinize, kalbinize bakmakla ilişkilidir.

Kalbe bakmak kolay ama kolay olduğu kadarda zordur. Zordur; çünkü onu görmenize engel oyuncaklarınız, üstelik gönüllü edindiğiniz oyuncaklarınız çoktur. Dikkatinizi çeken belki de sürekli dağıtan sahte güzellikler; sizin gerçek mutluluğunuza engellerdir. Bilemezsiniz…

O yüzden de öyle ya da böyle geçip giden günlerin; sizi hak ettiğiniz mutlu bir yaşamdan uzaklara götürdüğünü fark etmenizi engelleyen gündelik oyuncaklarınızla zamanınızı da tıpkı yaşamınız gibi farkında bile olmadan tüketirsiniz.

Tükettiğinizi fark ettiğiniz çoğu zamanlar ise artık her şey için çok geç kalınmıştır. Ve siz geç kalmanın verdiği pişmanlıklarla hayatınıza hep kaçtığınız keşkeleri belki de gönüllü yerleştirirsiniz.

Oysa kalbe bakmak zor ama zor olduğu kadar da kolaydır. Kolaydır; çünkü o yüreğinizdedir. Yüreğinizi dinledikçe yolunuzda ve gözünüzün önündedir. Uzatsanız elinizi tutacağınız kadar yakınınızda yani aslında elinizde, avucunuzdadır.

Öyle ki etrafınızı sarmış tüm kalabalıkların arasında sessizce onu bulmanızı bekler. Aramasını bilenlerin hak ettiğini bilircesine…

Ama onu görmek, bulmak için mutluluğu başka şeylere yakıştırmadan bakmak gerek. Olanca saflığınızla, olanca sevginizle ve olanca cesaretinizle…

Çünkü mutluluk yürek ister, yüreği hissetmeyi ister. Gerisi teferruattır

2 Aralık 2011 Cuma

İÇİMİZDEKİ MUTSUZLUĞUN İSYANLARI

Aslında mutsuz insanlar yığınıyız.
Onla bunla zaman öldürüp duruyoruz.
Zamanla birlikte aslında yaşamı, yaşamımızı da tüketiyoruz.
Hak ettiğimiz ama yaşayamadığımız bir yaşamı...
Farkında bile değiliz.

Oysa mutluluk o kadar kolay, o kadar basit ki...
Ama biz zor tarafını, illa ki hayatın mecburiyetlerine mahkûmluğumuzu görüyoruz...
Bile bile yanlış olanın peşinden koşturuyoruz.
Farkında bile değiliz.

Farkında olsak bile farkında olduğumuzun ne olduğunu, bizim için anlamını anlayamıyoruz. Gerçek anlamını anladığımızda ise her şey için çok geç olmuş oluyor.

Ya yürekli değiliz ya da ne kadar cesur olabileceğimizi bilmiyoruz. Kim bilir belki de bu yüzden hayatın bizlere yaşattığı mecburiyetlere “hayır” diyemiyoruz. Diyemediğimiz içinde kabulleniyoruz. Kabullenip, çok daha mutlu olacağımız bir yaşamı teğet geçiyoruz...
Teğet geçtiğimizin farkında bile olmadan.

Keşkesiz ve pişmanlıklardan uzak olmak; bazen sadece istemekle olmaz. O yüzden içerideki, yüreğin derinliklerinde saklı ve sessiz kalmış isyanları dinlemek gerek...

Yani aslında farkında olmak gerek; farkında bile olmadan kaybettiklerimizin farkında olmak gerek…

25 Kasım 2011 Cuma

HAYATI KUTLAMAK

Hayatımızda kutlanacak o kadar çok şey vardır ki inanın saymakla bitiremeyiz. Bitiremeyiz ama oturup da bunları sayan, saymaya çalışan hemen hemen hiç yok gibidir.

Çünkü insanoğlu iyinin, kendisini mutlu edecek olanların değil de genelde kötünün, kendisini iyi hissettirmeyecek olanların etrafında dolaşır.

Herkes tersini iddia ederek, mutlu olmak için çırpındığını söyler ama inanın aslı bu değildir. Çünkü genelde mutlu olmayı mutsuz olmamak sanırız. O yüzden de bizi mutsuz edecek şeylere odaklanır, onları hayatımızdan bertaraf etmeye çalışırız. Oysa asıl yanlışımız işte buradadır. Tam gözümüzün önünde, tam elimizin ucunda hatta avucumuzdadır.
Avucumuzun sıcaklığındadır.

Mutsuzluktan kurtulmak için mutsuzluğa neden olanlara odaklanmak; aslında bir türlü mutlu olmamanın asıl nedenidir. Bu bakış açısı; mutlu olmak için ne kadar çok şeyimizin olduğunun farkında olmamaktır. Aslında bilerek bizi mutlu edecek olanlardan uzak kalmak, yani kendi kendimizi mutsuz etmektir.
Üstelik tam tersini yapmak isterken.

O yüzden yıllar geçince elimizi hangi cebimize atsak; farklı bir pişmanlığın hatıralarda kalmış kırıntısı avucumuza gelir. Ve anlarız ki yıllar öncesinde mutluluğu hissettiğimiz avucumuzdaki sıcaklık; yerini belki de hiç hak etmediğimiz keşkelere terk etmiştir.

Ben nerede yanlış yaptım diye sormayı unutanları boş verin, geç de olsa bunu kendilerine soranların bile çok geç tanıştıkları mutluluk reçetesidir. Yılların sararttığı ve bir daha asla saf ve temiz olmayacak mutluluk reçetesi…
Hayatı kutlamak için geç kalma yazan silik bir reçete…
Hayatı kutlamak için ne çok şeyimiz olduğunu; kutlamayı unuttuğumuz yaşamımızın sonunda hatırlatacak olan bir reçete…

Belki de yanağımızda kalmış bir avuç sevdanın içinde kaybolmuş mutluluğun reçetesidir bulduğumuz…
Yıllar sonra yaşlı gözlerimize gözyaşını bile yakıştıracak bir kutlamayı hatırlatan birkaç kelimelik; unuttuğumuz, unutarak mutluluğu teğet geçtiğimiz bir yaşamın ardından, içimizdeki geç kalmış sessiz kutlamadır.
Hayatı kutlamak…

22 Kasım 2011 Salı

AŞKIN DİLİ

Başbakan Erdoğan Almanların ülkelerinde yaşayan Türklerin asimilasyonuna karşı olduğunu belirtmek için Almanya’da bir Türk ile bir Alman evleneceği zaman onlara “Almanca biliyor musun, bilmiyor musun?” diye sorulmaması gerektiğini “Aşkın dili olur mu ya” diyerek ifade etmiş.

Demiş ama bence aşkın dili konusunda yanılmış. Çünkü bana göre aşkın dili vardır. Ki zaten olmalıdır da…

Sevgilinin sadece gözlerine bakarak yüreğinden geçenleri, içindeki sevgiyi yeterince anlatmak mümkün değildir.

Evet, gözler bir şeyleri anlatır, sevgiyi kelimelerin yerine geçercesine zaman zaman gösterdiği de olur. Ama bu yetmez. Asla yetmez.

Aşk; içindeki sevdanın dile gelmesidir. Aşk; dilindeki sevdayı yüreğinde yaşamaktır. Aşk; yüreğinde yaşadığın, dilinde yol bulan sevdanın gözlerine yerleşmesidir.

Öyle ki birisinin eksikliği aşka dair her şeyin eksikliği demektir. Aşk bu derece hassastır. Yani aslında aşk; aşkı doya doya yaşamakla, kaybetmek arasındaki iki ucu keskin görünmez bir bıçağın sırtında durabilmektir.

Sözsüz bir aşk; zaten aşk olmayıp, olsa olsa sadece bir hoşlanmadır. Hoşlanmanın ötesine geçerek başlayan bir ilişki ise ancak cinsel güdülerin esaretinde olan ama bir türlü ötesine geçemeyen bir ilişkidir.

İşte dil bilmeden yaşanan da ancak budur.

Bir bakıma dil bilmeyen Türk gençleri ile yabancılar arasında her yaz yaşananda budur işte. Yani aşkı birkaç saate sığdıran bir anlayıştır. Bu anlayış her şeyden önemlisi aşka şekilci bir yaklaşımdan öteye geçemeyen bir anlayıştır.

Aşksa şekilciliği sevmez. Çünkü aşk; sadece bir kişinin duyduğu yürek sesidir.

O ses; karşındakinin kaşından, gözünden yani bedeninden çok daha önemli bir sestir. Öyle ki o sesin dile gelmesi ile gerçek aşkın yolculuğu başlar. Yoksa aşk diye bir şey olmaz.

Ne demiştik?

Aşk; ancak içindeki sevdanın dile gelmesidir. Aşk; dilindeki sevdayı yüreğinde yaşamaktır. Aşk; yüreğinde yaşadığın, dilinde yol bulan sevdanın gözlerine yerleşmesidir.

Yani aşkın dili vardır. Zaten aşkı aşk yapan da işte o dildir.

16 Kasım 2011 Çarşamba

HIRS VE MUTLULUK İLİŞKİSİ - BASTON

Hırsın iyi ya da kötü olduğu konusunda onlarca yazı vardır. Kimisi; hırsın başarıya ulaşmada çok önemli olduğunu ve elde edilen, edilecek olan başarıyla kişisel tatmine ulaşan ya da ulaşacağına inanan insanın mutlu olduğunu yazıyor, kimisi de hırsın bir ölçüsü olması gerektiğini, mesela aşırı hırsın zararlı olduğunu olası bir başarısızlıkta mutsuzluğa neden olacağı ve insanın hayata küsebileceğini yazıyor.

Ama hırsın insanın mutlu olması için zararlı olduğunu yazan bir yazıyı pek görmemişsinizdir. Bence hırs; insanın mutlu olması için kesinlikle zararlıdır. Evet, az biraz hırslı olmak başarı için gerekli, hatta zaruri bile olabilir. O hırs; çalışma hayatının gelişmesi ve olumlu sonuçlar vermesi, insanı iş yaşamına ya da yaşamında motive etmesi için gerekli bile olabilir. Ama bu insanın mutlu olması için temel neden ya da olmazsa olmaz değildir.
Bu sadece mutlu olmak için bir şeylere ihtiyacı olanlar için gerekli olandır.

O yüzden mutlu olmayı başka şeylere dayandıranlar için yazılanlar yani hırs doğru ve hatta gerekli bile olabilir. Ama inanıyorum ki mutlu olmak; insanların inandığı gibi bir şey değildir. Çünkü böyle mutlu olan insanlar; yaşamları boyunca hep bir şeylere ihtiyaç duyan insanlardır. İhtiyaç duydukları şey; yaşam zorluğu çeken çok yaşlı bir insanın bastonu gibidir.

O baston olmaz ise yürüyemezler, yürümeye korkarlar ve belki de bu yüzden evden dışarı çıkamayıp, pencereden dışarıda yürüyen insanları seyrederek geçmişte, gençliklerinde kendilerinin de nasıl dinamik ve hızlı bir şekilde yürüdüklerini hayal ederek, birisinin kendilerine baston getirmesini beklerler.

Çünkü onlar; hep başka şeylere dayanarak ayakta kalan belki de yorgun insanlardır. Çünkü onlar muhtaç olmaya gönüllü insanlardır.

Oysa mutlu olmak için başkalarının ihtiyacı olan her şeyi ortadan kaldırmayı başaranlar; huzuru kendileri yaratanlardır. Onlar; kendi yaşam resimlerini çizenlerdir.

Onlar; bastona ihtiyacı olanlar değil, aksine hayata ve başkalarına baston olanlardır. Yaşama anlam katanlardır. O yüzden onlar; asla kaybedilmemesi gereken özel insanlardır.

Onlar; mutluluğu hak ettiklerini bilirler. Ancak böyle insanların mutlu olmak konusunda tek handikapları hayatın onlara yaşattığı mecburiyetlerdir.

Çünkü onlar; temiz ve iyi bir kalbin sahibi saflığın sembolleri oldukları için, insanları kırmadan mecburiyetlerden kurtulmaya çalışırlar. İşte böyle zamanlardaki halleri daha doğrusu vicdanları; onlar için, onların gerçek mutlulukları için en büyük engeldir. Bu engel başkalarına baston olmak zorunda hissetmeleridir. Yani belki de vicdanlarına söz geçirememeleridir.

O yüzden aslında mutlu olmayı herkesten çok hak etmelerine rağmen, kendi kendilerine engel oldukları için mutlu olamayabilirler. Bir ömür başkalarına baston olurlar ama kendi yaşamlarında kendi mutluluklarından vazgeçtiklerini belki bilirler, belki bilmek bile istemezliklerinde mutsuz kalırlar. Daha doğrusu hak ettikleri kadar çok mutlu olamazlar.

Böyle insanların mutlu olabilmeleri için farkında olmaları gerekir. Kendilerinin, hak ettiklerinin ve kullanıldıklarının farkında olmaları gerekir. İşte o farkındalığı yaşadıkları anda hak ettiklerine ulaşmak için hayatlarına yeni bir yol çizerek, mecburiyetlerinden vazgeçmeleri gerekir.

Çünkü böyle insanlar; hissettiklerine kıymet verenlerdir. Onlar esen rüzgâra anlam kattıkları için yaşamın onlara yaşattığı mevsimlerinin her zamanın kıymetini bilenlerdir. Çünkü onlar hırsın kalleş duygularını bilmezler.

11 Kasım 2011 Cuma

BELKİ DE UZAKLARDA ANLAYABİLECEĞİNİZ GERÇEK

Bazen esen rüzgârlar sizi sevdiklerinizden uzaklara sürükler, gitmek, uzak olmak istemezsiniz ama mecburiyetler sizi uzaklara savurmuştur.

Böyle zamanlarda esen rüzgârın sizde, kalbinizde yarattığı sıkıntı; o rüzgârın sizi geri götürüp, götürmeyeceği ile ilişkilidir. Eğer bir gün geri döneceğinizi biliyorsanız; hasret sizi anılarınızla yoğurur. Yoğruldukça geride bıraktığınızın, bıraktıklarınızın gerçek kıymetini de anlarsınız.

Az veya çok hissettiğiniz hasretiniz; yüreğinizin derinliklerinde sakladığınız az veya çok sevdaların size göstergesidir.

Eğer siz; o rüzgârla savrulduğunuz yerde; yaşam denen garip zaman tünelinde dikkatinizi ele geçirenlere kapıldıysanız; bu hasret duygusu doğal olarak az gibidir. Hatta belki bir süreliğine az bile olmalıdır. Çünkü doğanın kuralı budur.
Unutmanın zamanın hayatınıza getirdiği yalancı oyuncaklarla arkadaşlığıdır; böyle zamanlarda sizi ele geçiren duygular.

Ama eğer siz buna rağmen hasretin bedeninizi, ruhunuzu ve aklınızı ele geçirdiğini hissetmekten öte biliyorsanız; o zaman bilin ki geride bıraktığınız; sizin can suyunuzdur.
Geride bıraktığınız; sizin mutluluk nedeninizdir.
Aslında yaşam denilen garip tercihler silsilesi içinde; mutlu olmanızın belki de tek nedenidir.

Çoğu insan hissettiklerinin kıymetini doğru dürüst anlamazlar, anlamayıp sadece hissetmekle kalırlar. Ve belki de sırf bu yüzden hissettiklerinin kendileri için gerçek manasını ve önemini kaçırırlar. Ama aslında kaçırdıkları huzur dolu yaşamları için, mutlu olmaları için önemli olandır.
Yani onlar; kaçırdıklarıyla can sularını yitirirler.

O yüzden siz; siz olun yaşamın size yaşattığı mecburiyetlere teslimiyetinizden ders almaya çalışın. Sadece kabullenmekle kalmayın, kabullenmenizin içindeki isyanları bulup, o isyanları ele geçirin ve yüreklice sahiplenin.

Yoksa bir ömür sizi mutlu olmaktan uzaklaştıran ve mutsuz bir yaşama mahkûm edenlere bağımlı yaşamak zorunda kalırsınız. Ve böyle zamanlarda siz; dokunduğunuz, dokunmak üzere olduğunuz; elinizdeki, avucunuzdaki mutluluğu, huzuru ve belki de en önemlisi kendinizi; kendinizden kaçırdığınızı bile bilmezsiniz.

Yıllar sonra belki bir sabah, belki bir gece yarısı yüzünüze esen kimsesiz bir rüzgârın gözünüze bıraktığı yaşın; yıllar önce sizi uzaklara götüren hasrette saklanan ama kaybettiğiniz can suyunuz olduğunu anlarsınız.
Ama geç kalmışsınızdır.
Çok geç.

5 Kasım 2011 Cumartesi

KUTLU OLSUN

Haberdenyorum ailesi olarak; mübarek Kurban Bayramınızı kutlarız.

Bu vesile ile ülke olarak hangi gündemin rüzgârına kapılmış olursak olalım; o rüzgârın bize, milli değerlerimize ve inançlarımıza herhangi bir zararı olmayacağına inancımızın sonsuz olduğunu bildiğimizi de belirtmek isteriz.

Biz; 88 yıllık cumhuriyetimizin ve yüzyıllara dayanan köklerimizin her aşamasından gurur duyan inanç dolu sağduyumuz ve hangi şartta olursak olalım; canımızı vermeyi göze alacak kadar vazgeçmeyeceğimiz vatan sevgisi ile yoğrulduğumuzun bilincinde bir milletin ferdi olarak gelecek günlerin çok daha iyi olacağına inancımızın bilinmesini isteriz.

Biz; bizi öyle ya da böyle ele geçirmek isteyen her türlü zihniyeti kendi çemberinden bile çıkamadan boğabilecek bir maneviyatla büyütülen, o maneviyatla gelişen ve o maneviyatla ileriye, geleceğe emin adımlarla yürüyen gençliğimizle birlikte geleceğimize umutla bakmayı kendimize ülkü edindiğimizin bilinmesini isteriz.

Biz; hayal denilenleri gerçek yapmayı becerebilen ve bunu dünyaya değişik vesileler ile göstermiş olan bir milletin gururlu fertleri olduğumuzun farkında olduğumuzun da alemce bilinmesini isteriz.

O yüzden her bayram olduğu gibi bu bayramda da birlik ve beraberliğimizin tüm dünya tarafından bilinmesinden öte özellikle yanı başımızda yaşayan, bize komşuluk eden ama yüreği kan, yüreği kin ve yüreği kalleş hayallerle dolu olanlarında bilmesini isteriz ki; bu vatan asla bölünme hayallerine müsaade etmeyecek kadar güçlüdür.
Çünkü burası Türkiye Cumhuriyetidir.

Ve biz haberdenyorum ailesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuzluğuna inanarak kurban bayramını kutlarız.

27 Ekim 2011 Perşembe

MUTLU OLMAK

Hayatlarını belli şeylere dayandırarak yaşayan insanlar çoğunluktadır. Hatta hemen hemen hepimizin bir şekilde hayatlarımızda az ya da çok yer alırlar. Yaşantımıza etkileri ölçüsünde de bizim yaşamamızın huzuruna ve mutlu olmamıza etki ederler.

Onlara göre mutlu olmak için hep bir şeyler gerekli, hep bir şeylerin olması gereklidir. Kimi zaman bir hayal, kimi zaman bir umuttur; onları mutlu olmaları için motive eden.

İşte o yüzden de aslında hiç mutlu olmazlar. Çünkü onlar mutluluklarını bir şeye dayandıranlardır. Çünkü onlar mutlu olmak için bir şeye ihtiyacı olanlardır.

Kimisi ki çoğunluğu bunu paraya endekslemiştir. Şu kadar param olursa mutlu olurum, şu kadar zengin olursam mutlu olurum diye ömürlerini tüketirler. Ve inanın yaşadıkları sürece asla o parayı, daha doğrusu mutlu olacakları parayı elde edemezler.
Çünkü onlar aslında mutlu olmayı bilemeyenlerdir.

Kimisi de mutlu olmak için makam, mevki peşinde koşarak ömürlerini tüketirler. Mesela şef olursam, müdür olursam, genel müdür olursam diye diye ömürlerini tüketirler ama hiç mutlu olamazlar.
Çünkü onlar mutlu olmak için beklenti peşinde koşanlardır. Çünkü onlar mutlu olmak için daima bir beklentiye muhtaç olanlardır.

Mutluluklarını mala mülke, paraya yani maddi şeylere dayandıran böyle insanlar; hep beklenti içinde yaşarlar.
Çünkü onlar beklentiye muhtaçlardır. Mutluluğa değil.

Oysa mutlu olmak için araçlara ihtiyaç yoktur. Sadece mutlu olmaya inanmak, sadece huzura inanmak yeterlidir.

Alınan nefesin kıymetini bilmek bile aslında her şeyin ne kadar önemsiz olduğunu gösterir. Ama işte o nefesin kıymetini çoğu insan; hiç bitmeyecek sandıkları yaşamlarının sonuna geldiklerinde anlarlar. Ama ne yazık ki bir ömür tüketilirken, mutlu olmak için hep bir şeylerin peşinden koşulmuş ve mutluluk unutulmuştur.

Yani aslında kolay olan zor olana kaybedilmiştir.
Belki de bile bile…

7 Ekim 2011 Cuma

SEVDA GARİP BİR ŞEYDİR

Sevda garip bir şeydir.
Her şeyden önce kendi lehine olanlardan vazgeçip, onun lehine olanları tercih etmektir. Yani vazgeçmeyi bilmek, bilmekten öte bunu becerebilmektir. Mesela yüreğini elinize aldığınıza inandığınızın lehine hareket etmek bir yana; hep onu ve onun için iyi olacak, olabilecekleri düşünmek, yapmaktır.

Sevda garip bir şeydir.
Söylemeden duymak, duymadan anlamaktır. Anlayıp, sevilenin huzurunu kaçırmadan gereğini yapmaktır. Yani huzuru sahiplenmedir.

Sevda garip bir şeydir.
Sonsuz bir hayal gücüyle empati yapmak; onun yerine düşünmek ve onun gibi hissetmektir. Mesela bazı zamanlar susmaktır; öfkeye, şüpheye kucak açmaya müsait anlarda bile dilinin ucuna geleni yargılarcasına yutmaktır.

Sevda garip bir şeydir.
Her şeyin başı, her şeyin temeli, her şeye anlam katan olmazsa olmaz paylaşmaktır mesela. Yalnızca bilineni ve bilinmeyeni paylaşmak değil, hayalleri, söylenmemiş hayalleri bile paylaşabilmektir. Aksi; sevdayı sevda, sevgiliyi sevgili, aşkı aşk yapmaz. Her şey biraz eksik, biraz aksak olur.

Sevda garip bir şeydir.
Sevdanın sevdalanılanda daha güçlü yaşadığını bilmektir. Ona sonsuz bir güvenle sorgusuz inanmaktır.

Sevda garip bir şeydir.
Dokunmayı özlemek, dokunmayı dokunmadan da dolu dolu yaşayabilmektir. Ölümsüz bir aşkı başlatırcasına; avucuna doldurduğun sevdanla sevdiğinin yanağına beklentisiz dokunmaktır mesela…

Sevda garip bir şeydir.
Yüreğini eline aldığınızın elini yüreğinizde hissedebilmektir. Sadece onunla sonsuzluğa yol arkadaşı olduğunuzu hissedercesine…

Sevda garip bir şeydir.
Sevdanın can suyudur mesela onun nefesi. Ötesi yoktur dercesine her an istenendir.

Sevda garip bir şeydir.
Onunla yaşanan ve yaşanacak olan her ana özen göstermek, göstererek o anı dikkatli yaşamaktır. Öylesine hassastır hissedilen.

Sevda garip bir şeydir.
Tıpkı aşkın ilk anlarındaki gibi sonuna kadar özen ister. Sanki her an elden gidecek gibi ama aynı zamanda sonsuza kadar hiç bırakmayacak gibi sımsıkı tutmak gerek sevdayı.
Yani her an kaybedecek ama hiç kaybetmeyecek gibi…

Sevda garip bir şeydir.
Sevda hesap vermektir. Hesap sormak hiç değil ama. Hesapları gönüllü ödemek ama ödeyip, anında unutmaktır.

Yani sevda kabullenmektir.
Yürekten istekli bir sevecenlikle gülerek…

23 Eylül 2011 Cuma

EN SON ÖLÜMÜN ZİYARET ETTİĞİ EV

Garip bir duygudur hissettikleriniz; çünkü yıllar öncesi çocukluk zamanlarınızda arkadaşlarınızla gülerek top koşturduğunuz, gençliğinizin belki silinmiş anılarının sahibi yerlerdesinizdir.

O zamanlar, bir zamanlar eviniz olan yer; artık neredeyse bir viraneye dönmüş görüntüsüyle içinizi acıtırken, yaşanmışlarınız bile size yabancı gelmeye başlamıştır.

O yüzden ağlamak duygusudur bir anda sizi içine çekip, etrafınızdaki her şeyden uzaklaştıran.
Ama ağlayamazsınız.
Ayıptır, yakışmaz çünkü…
Oysa yalnız olsanız; söz dinlemeyecek gözyaşlarınızdan haberlisinizdir.

Ama sizin hissettiklerinizden habersiz başka yaşamlar; başka sorunlarıyla etrafınızda dolanıyorlardır. Üstelik onları dinlemediğinizi bilmeden, size anlattıklarını duyduğunuzu sanarak…

Onlar kendi dünyalarının renksizliklerini size göstermeye çalışırlarken, siz sadece içinizde bir yerde çocukluğunuzun anılarını arıyorsundur.

Ve gözünüzün önündedir yıllar öncesinin kırık dökük kapısı.

Sırtınızdan akan terdir; sizi çağıranı duyduğunuzun göstergesi ama yine de zor gelir o kapıdan içeriye girmeniz.
Hem de çok zor gelir; o anda geçmişin unutulanlarına istemsiz “merhaba” demeniz.

Ne çok şeyin yaşandığını, ne çok şey unutulduğunu işte o anda gerçekten anlamışsınızdır. Kimselere anlatamadığınız, belki de kimselerin bilmesi gerekmeyen ve siz de unutulmaya mahkûm anıların gizemli sesidir; kulaklarınızda sürekli çınlayan.

Bir yanınız o kapıdan girmek isterken, bir yanınız ayaklarınızı tutuyor gibidir.
“Yapma, girme” der gibi…

Neyin doğru olduğunu bilememek değildir hissettikleriniz.
Sadece neyin size daha az acı vereceğini hissedememenin garip ve tarifi olmayan huzursuzluğudur; içinizde sizi nefessiz bırakmaya çalışan.

Ne kötü bir duygudur; bilenler bilir doğup, büyüdüğünüz evin kapısından içeri bir türlü girememek. O anda kendinize bile tarif edemediğiniz; yaşanmışlarla yaşanmasını istemediklerinizin içinizdeki bitmez savaşının akan kanları gibidir; için için içinizde kanayan.

Ve o kapıdan giremezsiniz; aslında girmek isteyen ve yaşanmış anılara “merhaba” demeyi çok isteyen kalbinizin de sizi anlayacağını düşünerek.

Yani o kapıdan girememenizin nedeni; aslında onca yaşanmış güzel anılarınızdan nedensiz kaçışınız değildir. Belki sadece en son ölümün ziyaret ettiği ev olmasındandır. Belki de sadece ve sadece erken kaybetmenin siz de yarım bıraktığı sevgiyi hatırlatandır.

Babanızdır.
O evde kaybettiğiniz babanız.
Ölümün yalnızken ziyaret ettiği babanız…

15 Eylül 2011 Perşembe

TORNET

Rize’nin Tunca Beldesi’nde tahta arabalarla gerçekleştirilen ve F1 yoksa Formulaz var sloganı ile yapılan ‘Red Bull Formulaz’ yarışlarında; tahta araçlarla yarışan adamları gazete sayfasında görünce gayri ihtiyari geçmişe gittim.

Bizim gençlik yıllarımızda şimdiki gençlerin bilmediği tornetlerimiz vardı. Düz bir tahtanın başına ve sonuna tekerlek niyetiyle taktığımız rulmanlarla yolda gitmesini sağladığımız oyuncaklarımızdı. Ön tarafındaki tekerlerini sağa sola dönüşlerde kullanmak için sadece ortasından sabitlendiğimiz tornetlerimiz; bizim için çok önemli ve değerliydi. Öyle ki tornetine süsler, kornalar takanların yani ekstradan masraf yapanların havalarından yanına yaklaşılmazdı. Bugüne uyarlarsak o an için torneti havalı olanın sanki BMW ya da Mercedezi vardı.

O günlerde biz nasıl eğlendiğimizi istediğimiz gibi anlatmak istesek inanın bunda başarılı olamayız. Ama artık Formulazda tahta araçları kullananlar anlayabilir. O tornetle sokaklardaki hafif yokuşlardan faydalanarak; daha o yaşta araba sahibi olmuş edaları ile süzülerek gitmek, ayakların yerden kesilerek gidilebilen en uzun mesafe gitmek; keyiflerin en güzeli ve tornetinle gurur duymanın nedeniydi.

Kimi rüzgârgülleri, kimisi boyanarak farklı hale getirilen tornetleri; o yaşlarda sahip olunan oyuncaklardan ayıran belki de en önemli özellik ise herkesin tornetini kendi yapmasıydı. Öyle ki bunun o yaşta bizlere verdiği gurur; sahip olma duygusunun önüne geçiyordu.

Bugün birçok şeyi aile büyüklerinin tasarrufu ile çaba göstermeden kolayca elde ettikleri için kıymet bilmeyen gençlerimizin, çocuklarımızın; tam manası ile asla anlayamayacakları duygulardı; o günlerde tornetlerimizle yaşadıklarımız.

Basit oyuncaklarla basit oyunlar oynuyor ama gerçekten eğleniyorduk. O zamanlar; şimdiki karmaşık oyunlar gibi karmaşık düşüncelerde yoktu. Her şeyden önemlisi arkadaşlıklarımızda imalar yoktu. Neysek oyduk; her şeyimiz ortada, her şeyimiz netti. Yani basit yaşıyorduk. Oyuncaklarımızda basitti.

Ama kendi yaptığımız; yıllar geçse de hiç unutmadığımız, anılarımıza arkadaşlık yapan oyuncaklarımız vardı.

Kendi yaptığımız oyuncaklarımız…

19 Ağustos 2011 Cuma

MUTLU OLMANIN SIRRI

Mutlu olmanın sırrı; hayatı tanımak yaşamın hediyesi acıları yaşamak demek değildir. Hayatı her açıdan iyi tanımak ve ne olursa olsun her şartta sevmeyi bilmektir. Yani bir anlamda ne olursa olsun yaşarken keyif alacak bir şeyleri bulabilmektir.


Mutlu olmanın sırrı; huzuru yaşamak, huzuru tanımak ve insanın içindeki huzuru başkalarına dağıtabilme becerisidir. Hayatı tanımak; yaşanan ne olursa olsun içinden çıkılabilecek yolu aydınlatan ışığı görebilmek ve yüreğe yerleşen acıyı bile sevebilmektir. Yani mutlu etmeyi bilmek ve mutlu olabilmeyi becerebilmektir. Sırrı yoktur aslında sadece detaylara saklananları görebilecek yürek gözü yeterlidir.


Yaşamı tanımak; asık suratlı yaşamları es geçip, güler yüzlü yaşamlara sarılmaktır. Aslında sadece sevmektir. Umutla sevmek, hayalle sevmektir. Yani sanmak değildir. Sanmaları aklın ulaşılması zor köşelerinden bile atmaktır.


Teferruatları yaşamının merkezi yapmayı becerebilmektir.


Sadece olumsuz, sadece huzursuz zamanları kafalarında büyütenlerin akıllarındaki solucan büyüdükçe; yaşayabilecekleri güzel ve huzurlu günlerin püf noktaları küçülerek, kayboluyorlardır.


O yüzden kafalarında solucanlarla yaşayanlar; yaşamları boyunca daima kaybedenlerdir. Ama kaybettiklerini de aslında bilemeyenlerdir. Onlar mutlu olmanın sırrını bildiklerini sansalar da aslında teferruatlarda saklı olan gelecek mutlu günleri göz göre göre kaybettiklerini asla bilemezler. Çünkü onlar yaşamları boyunca ne yazık ki sadece olumsuz şeylerle odaklanıyorlardır.


Çoğu insan acı ile yoğrularak güçlendiklerini sanırlar, onlar çektikleri acılar ile hayatı daha iyi tanıdıklarını böylece dostlarını ve düşmanlarını anladıklarını sanırlar. Çünkü onlar yaşantılarının berbat, hatta içinden çıkılamayacak kadar kötü sandıkları dönemlerinde; belki de gelecek huzurlu ve mutlu yaşantılarının ilk adımlarını göremeyenlerdir.


Oysa mutlu olmayı sağlayacak iyi ve güzel olan çoğu şey teferruatlarda gizleniyorlardır. O yüzden yaşadıklarını hak etmediklerini düşünenler; yaşadıklarına lanetler okuyarak, aslında hak ettikleri yaşamları yaşıyorlar ya da yaşamaya başlıyorlardır.

11 Ağustos 2011 Perşembe

HAYATINA DEĞİL SESSİZLİĞİNE SON VER.

Almanya’da yapılan bir araştırma sonucunda Almanya’da yaşayan Türk kızlarının intihara teşebbüs oranlarının ülkedeki intihara teşebbüs ortalamasının beş kat, intihar oranını ise iki kat üzerinde olduğu ortaya çıkmış.


Bu yüzden Almanya’da intihara kalkışan kızlar için “hayatına değil sessizliğine son ver” kampanyası başlatılmış.


Ne güzel ve anlamlı bir başlık değil mi?
Hayatına değil sessizliğine son ver.


Aslında ülkemizdeki tüm kadınların kendi kendilerine söylemeleri, hatta bağıra bağıra söylemeleri gereken bir söz.


Tüm ezilen, tüm horlanan ve aşağılanan kadınların için için yaptıkları isyanlarına önderlik yapacak kadar güçlü bir söz; hayatına değil sessizliğine son ver.


Ayrıca bence bu söz; yüreğine sevgi yerleşen ama yaşamın mecburiyetlerine karşı aciz kalan her kadının hatta herkesin kendilerine ülkü yapmaları gereken ve umutlarına ulaşmaları için yollarını aydınlatan bir sözdür.


Ülkemizde uzun yıllardır bir türlü önlenemeyen intihar girişimlerini engellemek istiyorsak; bizim de ülke olarak Almanya’da başlayan bu kampanyaya destek vermemiz gerekiyor.


İki farklı kültürün arasında sıkışarak yaşamlarından vazgeçmeyi bile göze alan ya da aile baskısı altında yaşadıkları sıkıntıları belki bu şekilde ilgi çekerek azaltmaya çalışan genç kızlarımıza; bizim de ülke olarak sahip çıkmamız ve oradaki vatandaşlarımıza, kadınlarımıza ulaşmamız gerekiyor.


Onun içinde bu kampanyaya kadından sorumlu bakanımız Fatma Şahin’in de öncelikli olarak sahip çıkması ve bu doğrultuda ülke bazında özel çalışmalar başlatması doğru olacaktır. Bu çabanın karşılığında genç yaşta hayata küsen bir kızımızı dahi kurtarılsa bu başarı olacaktır.


Ayrıca herkesin Almanya’da başlayan bu kampanyaya kendi çapında sahip çıkması gerektiğine inanıyorum.


Ve eğer siz de bunu yapmak istiyorsanız; sadece bu yazıyı “bende varım” diyerek adres defterinizdeki herkese ulaştırın.


Kim bilir belki böylece bir kızımıza siz de yardım eli uzatmış olacak ve yaşamdan kaçan bir kardeşimize yaşam eli olacaksınız.


Değmez mi?


28 Temmuz 2011 Perşembe

KADIN BEDENİ

Güzel bir kadının biraz göbeği çıktı diye etrafındaki densizler tarafından, eğer ünlüyse bu seferde etrafındaki densizlerle yarışan magazinciler tarafından; acımasızca eleştirilmesi ve hatta hatta yılların onda kötü izler bıraktığını ima etmek, söylemek; çok acımasız ve haksız bir yaklaşımdır.


Bu yaklaşım; aslında kadını belli ölçüler arasına sıkıştırarak; kendi göbeğini ve kıçınının son halinin fark edilmesini istemeyen erkeklerle, başkalarında kusur aramayı marifet sayan diğer kadınların en kolay sığındıkları yaklaşımdır.


O yüzden de kadınlarda; fazla kiloların neden olacağı sağlık sorunları değil de, o fazla kilolarla ortaya çıkan görüntülerin onlarda yaratacağı psikoloji çok daha fazla olumsuz yaralar açmaktadır.


Oysa ne kadar uğraşırsanız uğraşın, zaman zaten insan vücudunda bazı değişiklikleri yapıyor. Ama yaptığı bu değişiklikleri sevmek yerine onlarla mücadele etmeye çalışma saçmalığı; insanları çok daha fazla yormaktadır. Yani ne yaparsanız yapın daima yenileceğiniz bir süreç olduğu için, çabanız bir anlamda boşa yorulma oluyor.


Çünkü sıkıntılarınızın ilacı diye güvendiğiniz zamana bu anlamda düşman olmak, garip bir durumdur.


Bakın etrafınızdaki erkeklere zamanın onlardaki izleri; kadınlardan hiçte farklı veya az değildir. Aksine yıllar kadınlardan çok daha fazla erkeklerin fiziklerinde görünür ya da görünmez değişiklikler yapmaktadır. Ama ilginçtir ki erkeklerin büyük çoğunluğu kendi göbeklerinden rahatsız olmadıkları halde eşlerinin ya da diğer kadınların göbeklerine takmaktadırlar.


O yüzden de manken denildiğinde genellikle belli ölçülerdeki güzel kadınlar akla gelir ve geldiği içinde yaşamın her alanında göbeksiz genç kadınlar; daima ön plandadırlar. Çünkü erkek denilen cinsiyet; böyle garip ve ters bir yaklaşımı; yaşama bakış açısının tam ortasına yerleştirmiştir. Ve ne yazık ki kadınlarda bu garip ve ters yaklaşımın gönüllü kurbanlarıdır.


Kendi bedenini her halükarda beğenmese de seven erkeğin, kadınını; göbeksiz ve de zayıf, üstelik neredeyse dalga geçercesine genç bir kız halinde görmek istemesinin anlamsızlığı bu kadar açık bir şekildeyken, kadınların bu tuzağa düşmeleri hiç normal olmasa gerek.


Ama ne yazık ki çoğunluk psikolojisi işte böyle bir şey…


23 Temmuz 2011 Cumartesi

HAFTA SONU VURDUMDUYMAZLIĞINIZIN ŞAHİTLİĞİNDE

İş yaşantısının size yüklediği stresten uzak hafta sonu rahatlığının size yüklediği garip vurdumduymazlığınız; onun yüreğinizde bıraktığı anılara sevdanızla yoldaşlığa soyunmuştur.


O yüzden ne yapacağınızı bilmezliğiniz; ondan uzak olmanızla içinize yerleşen huzursuzluğunuzu tetikliyor ve sizi tahmininizden daha kötü yapıyordur.


Kendinizi ve aklınızı isteminiz dışındaki vurdumduymazlığa yollayarak sizi etrafınızdaki her şeyden soyutlayıp, bir anda ona götüren sessizliğe, sessizliğinize kilitleniyor ve susuyorsunuzdur. Sanki onunda sizi aynı duygularla hissettiğini bilir gibi…


Sanki yüreğinize “sabret kavuşmamıza az kaldı” der gibisinizdir.


O yüzden de kimselere anlatamadığınız, kimselerinde asla anlayamayacağı sevdanızın yalnızlığı; farkındasızlığınızla gizemli yalnızlığınıza katılırken, siz onsuzluğunuzu bile sever halinizi içinizde hızla büyütüyorsunuzdur.


Hafta sonu vurdumduymazlığınızın şahitliğinde…


11 Temmuz 2011 Pazartesi

GİTGELLERİNİZ ARTIK YALAN OLMUŞTUR

Sizin için ifade ettiği anlamı anlatmanız hiç mümkün değildir. Ne yaparsanız yapın, nasıl ifade ederseniz edin daima bir eksiğiniz olacaktır. Yani kelimeler sığmayan şeydir onun sizdeki eli…


İçinde sevgisinin sonsuzluğunu hissettirerek yanağınıza dokunan ve artık hep dokunmasını istediğinizin eli…


Aranızdaki kilometreler olmasının çok da anlamı yoktur. Çünkü o hep sizdedir, siz de olduğunu da gösteriyordur. Sanki mesafeleri sevgisiyle önemsizleştirerek size geliyordur. Kâh ufuktaki bulutların ahenginde, kâh denizin seslenişinde ve kâh kulağınıza misafir şarkılarda…


Hem de diğer aşklara nispet edercesine tüm şarkılarda…


İçinde hasret ve aşkın renklerinin olduğu şarkılardaki her kelimede ondan bir şeyleri buluyor ve belli belirsiz gülümsemenizle sizde ona gidiyorsunuzdur. Onunda hasretle sizi beklediğini bilmelerinizle…


Artık siz onun içinizde yarattığı fırtınaları ve hissettiklerinizi gayet iyi biliyorsunuzdur. Tıpkı geçmiş yıllarınızın sersemliğini üstünüzden silip, süpürdüğünü hissettiğiniz gibi…


Onsuzluğun sizdeki girdaplarını; ondan uzaklaştıkça gitgellerinizin çoğalacağını sanmalarınızın yalan olduğunu da içinizdeki hasret size öğretmiştir. Artık gitgelleriniz size ondan bile uzaktır. O yüzden de mesafeleri yok edercesine her anınızda olandan size daha yakın hiçbir şey ve hiçbir kimse kalmamıştır.


Ve siz susarsınız. İçinizdeki sevdayı sesinizle lekelememek için.
Ve siz susarsınız. Söyleneceklerin değil yaşanacakların zamanının geldiğini bilerek.


1 Temmuz 2011 Cuma

TAHLİL 2

Tahlil 1 yazımı okuyanlar; hastanede elime tutuşturdukları kibrit kutusu gibi iki kutudan birine idrarımı döke saça da olsa tutturma becerimden sonra sıranın gaita testine geldiğini hatırlayacaklar. O yazıyı okuyamayanlara yazının akışı açısından önce arşive girerek okumalarını özellikle tavsiye ediyorum. Böylece halimi daha iyi anlayacaklardır.


Neyse efendim ben neredeyse elim yüzüm rezil rüsva durumunda; idrarımın azı karar çoğu zarar mantığı ile birazcığını bence saçma sapan boyuttaki garip bir kutuya bir şekilde tutturduktan sonra gaita (gaita ne ya!) için ne yapacağımı şaşırmış bir haldeydim.


Düşünsenize kepazeliği olayları bizzat sıcağı sıcağına yaşayan birisi olarak; bırakın kibrit kutusuna kıçınızı denk düşürüp sıçmayı, sekiz tabak sağlam kuru fasulye yemiş olsam bile bir çakmaklık gaz görünürde yoktu. Çünkü o daracık tuvalette idrar sırasını şaşırmıştım.


Hani neredeyse oradan çıkıp, sizinde testinizin de diye hastane personeli ile sözde yakın akraba olmak ve elimdeki idrar kutusunu teslim ettikten sonra oradan kaçmak fikri; aklımda gittikçe inandırıcı bir çözüm yoluydu. Ama o zamanda belli ki aynı kepazeliği başka bir günde olsa tekrar yaşamak gerekecekti. O yüzden battı balık misali ikinci kutuyu da halletmeye karar verdik. Yanlış okumadınız bende yanlış yazmadım; kutuyu halletmeye…


Tabi bu sefer idrarla doldurduğum, daha doğrusu iç dış idrar yıkaması yaptırdığım ilk kutuyu; bence insanoğlunun yaptığı en küçük ama belki de en çok kullanılan tuvalette; bana en uzak olduğuna karar verdiğim köşeye koyduktan sonra önce kollarımdaki pamuklarla mümkün olan el temizliğini yaptım. Artık yapacak tek şey kalmıştı. Ama nerdeee ara ki bulasın.


Ama yapacak bir şey yok. O tuvaletten iki kutuda dolu çıkılacak diyerek başladık ıkınmaya ama kardeşim rahat bırakan yok ki. Kapı sürekli çalınma durumunda sanki kapının üstünde geçerken mutlaka tıklatın diye yazıyor. Yani normal olarak iki kutu müshil hapı içmiş ve hoplayarak oraya gelmiş olsanız bile bu kadar tıklamaya korkudan donar kalırsınız. Bir de biliyorsunuz malum gaita denen şey öyle sessiz sedasız yeryüzüne teşrif etmiyor.


O hali ruhiye içerisinde artık nasıl konsantrasyon sağladıysam; azimle devam ettiğim çabalarımın karşılığını alma vakti yaklaşmıştı. Ama hemşire mi memur mu her neyse kutuyu veren kadının söylediğine göre ilk çıkan olmayacakmış. Sanki ilk çıkanı kibrit kutusuna denk düşürdükte son çıkanı yakalayacağız. Yakaladın yakaladın yoksa zaten gitti. Bir daha sondaj yapsan devamı yok misali elde kutu denk düşürmeye çalışıyoruz. Ve daha ilk atımda tutturdum. Mübarek sanki Fenerbahçe Galatasaray basketbol derbisinde son saniye basketiydi. O derece kıymetli. O an anladım ki biz millet olarak kıç sallamayı gayet iyi biliyoruz.


Sonuç olarak o tuvaletten deyim yerindeyse kan ter içinde çıkarken, aynı zamanda zor bir görevin üstesinden gelmiş olmanın verdiği mağrur bir ifadeyle kendimle gurur duyuyordum. Ben o gururlu edalarımla içlerini doldurmuş olduğum iki kutuyla birlikte tuvaletten çıkarken, yerime giren adama neredeyse acıyarak bakıyordum.


Çünkü adam benim iki katım yani o adamın iki kutuyu kendi başına halletmesi inanın hiç mümkün değil. Hatta yanında bir yardımcısı olsa bile mümkün değil. Çünkü adamdaki göbek; zaten başlı başına ayrı bir adam kadar. O yüzden birisinin o fazla adamı kaldırması öbürünün de yine o fazla adamın altındakini bulup, kutuya denk düşürmesi gerek. Öyleyken bile zor.


Artık siz adama acıyan bakışımı tahmin edin. Ya da adam bir kutuyu önüne öbürünü de arkasında bir yere koyup, bu işi tek başına becerecek ki eğer öyle bir becerisi varsa zaten bir anlamda sihirbazdır. Düşünsenize göremediği bir organını kullanarak; göremediği kibrit kutusu kadar bir kutuya; idrarını ve gaitasını yapan bir adam. Bence resmen sihirbazdır. Hele az önce o tuvaletten kan ter içinde çıkan birisi olarak; böyle bir şeyi becerebiliyorsa kesinlikle sihirbazdır.


Ama adamın çıkışını bekleyemeyecek kadar da kendimi rezil rüsva hissettiğim için, oradan hemen ayrılıp, sonuçları vermeye gittim. İdrarı verdiğim kadının idrar kutusunun haline bakıp bana sanki devlet malına zarar vermişim muamelesi yapmasına cevap verirdim ama diğer elimdeki kutu yeteri kadar bana ve burnuma eziyet etmişti. O yüzden ya havleleri çekerek ikinci kutuyu vereceğim kadına gittim. Hani şu soranlara işim boktan diye anlatsa yerden göğe kadar haklı olan kadına…

30 Haziran 2011 Perşembe

TAHLİL

Malum yaş kemale erince kolesterol molesterol sizi istemeseniz de ele geçiriyor. Bizde sağlık anlamında iyi miyiz kötü müyüz anlamak için, birazda eş dostun; tırsaklığımızı kullanarak bana verdikleri gazla dolmuşa binerek doktora gittim. Uzun araştırmalar sonucunda bulduğum ve konusunda uzman doktorun benden istediği tahliller önce bana göre neredeyse seksen sekiz tüp kan verdim.


Kan verirken damarımı bir türlü bulamayan hemşirenin iki kolumu hacamat edercesine hor kullanmasından sonra şükür duasını erken ettiğimi; sonrasındaki testlerde gayet net bir şekilde anladım. Vücudumdaki kanların bence yarısını gözümün içine baka baka alan kadının yanından iki kolumun muhtelif yerlerinde; kanın sonradan kendi kendine çıkmasına engel olmak için koyduğum üç beş pamukla süslenmiş olarak diğer tahlilleri vermeye gittim.


Millet olarak gördüğümüz her kuyruğa sorgusuz girmeyi maharet saydığımız için, bir iki yanlış kuyruk bekleme tecrübesinden sonra doğru yeri buldum. Camekânın öbür tarafından uzattığım ve doktorun istediği tahlilleri işaretlediği kâğıdı verdiğim kadın neyse de asıl gaita sonuçlarını vermek için gittiğim kadının işi resmen boktandı. Düşünsenize her gün binlerce kişi size dışkısını getiriyor. Kadın “Hayatım boktan” dese yeri yani…


Neyse bizim tahlil istek kâğıdımıza bakan ilk kadın; iki tane neredeyse kibrit kutusu büyüklüğünde küçük plastik bardağa benzeyen şeyleri verdi. Hani bazı köy kahvelerinde tiryaki bardağı gibi küçücük bir cam bardakta çay getirirlerde; siz leblebi ile rakı içen akşamcılar gibi çaya dilinizi değdirirsiniz. Yani bırakın yudumlayarak ve keyfini çıkararak çay içmeyi, resmen kedinin su içmesi gibi o çayı içmeye kalksanız; en fazla üç defa kendi kendinize yalanarak çayı bitirirsiniz. İşte o misal; küçücük iki kutu.


Neymiş birine idrarımı öbürüne gaytamı (aslı gaita) yapacakmışım da (gayta ya da gaita ne ya!) Zaten bunları neden aynı anda verirler onu hiç anlamadım. Bu tahlileri aynı anda almayı başaran varsa; zaten ona ödül falan verilmeli. Ayrıca kadına göre tahlil için gerekli çıktıları kutulara yerleştirirken, öyle ilk çıkanları falan almayacakmışsınız. Başlı başına problem yani. Neredeyse “Takın kıçımıza bir alet o alsın” diyesiniz geliyor ama teknoloji daha o kadar gelişmediği için, elime tutuşturulan kutularla kadına; içimden geçen her türlü saygı sunuşlarımdan sonra hızla oradan ayrıldım.


Neyse efendim elimde iki kutu ile günde yüzlerce kişi kullandığı için, hiçbir temizlik malzemesinin kalmadığı tuvaletlerden birisine daldım. İçeri girdiğim anda binicilik ihtisas kulübünün ahırlarını anımsama nedenimi hiç sorgulamayın. Zaten emin olun o tuvaletleri şöyle keyfiyle kullanan çok azdır. Herkesin elinde bir kutu, yüzünde de garip bir ifade.


Doğal olarak bizde mecburen elimizde iki kutuyla birlikte tuvaletlerden birisine daldık. Daldık ama insanın aklına da geliyor. Yahu madem bu tuvaletler bu işler için kullanılıyor bari ona uygun bir şekilde dizayn etseydiniz ya! Yok, etmezler, etmemişlerde zaten. İş başa düştüğü için mecburen kapıyı kapattım da hangi elimle hangi işi yapacağımı bilmek; yeminle üniversite sınavlarındaki havuz problemlerinden bile zor.


Halimi düşünsenize elimde iki kutu üstelik kollar pamuklu, hani biraz zorlasam pantolonu çıkarmadan en azından kutulardan birisini kollarımdaki deliklerden doldurabileceğim.


Mecburen kutunun birisini koltuğumun altına sıkıştırıp, idrar tahlili için gerekli donanımlarımı ortaya çıkarmak için, boşa çıkan elimle de soyundum. Soyundum ama kardeşim elime tutuşturdukları kutunun kapağını açmak inanın tek el ile hiç mümkün değil. Hani zorlasam açarım da; belli ki kapak fırlamaya pek hevesli. Eğer kapak fırlarsa ne yaparım bilemem.


Neyse ben Allah’ın her erkeğe verdiği üstün yetenekle pantolonu yere düşürmemek için bacaklarıma garip şekiller vermiş bir şekilde kapağı kutudan ayırdım da; halim bayağı garip oldu.


Bir elimde kutu diğer elimde o kutunun kapağı ve kapağı tuttuğum elimin koltuk altında da daha sonra kullanacağım öbür kutuyu tutuyorum. Bu arada kollar pamuklu… İyi de bu durumda idrar için gerekli olan icraat nasıl olacak onu söyleyen yok. Hadi söylemediler bari tuvaletlerin kapılarının arkasına idrar tahlili vermenin uygulama resimlerini koysalardı ona da razıydım. Ama nerede o hizmet anlayışı, nerede bende şans…


Neyse ben o anda vatandaşa hizmet açısından bu ulvi detaylarla uğraşacak halde olmadığım için, kutuları doldurayım daha doğrusu doldurmayı deneyeyim düşüncesiyle icraata başladım. Başladım da birden banae kutuyu veren kadının tembihi aklıma geldi. Neymiş efendim başı ve sonu dışarı, ortası kutuya gelecekmiş. Sanki başını denk düşürdükte ortası kaldı. Zaten kibrit kutusu kadar kutu veriyorlar; üstüne birde kutuyu kullanma kılavuzu söylüyorlar. Cinnetle o anda tanıştım ama malum kollar pamuklu…


Kadının söylediklerini yapalım diye hemen elimdeki kutuya denk düşen ilk verilerimi yere boşaltıp, artık ortası sonu demeden tekrar doldurdum. Doldurdum kelimesi pek uymadı çünkü içindekileri boşaltıp yenisini doldururken zaten kutuda, elimde, etrafta ve en kötüsü de büyük bir beceriyle yere değip kirlenmesin diye şekilden şekle girdiğim pantolonumda bundan bolca nasibini aldı.


O halimle bile için için bitti de kurtulduk diye sevindikten sonra kutunun kapağını kapatmak istedim. Ama al başına bir bela daha çünkü o kutunun kapağını kapatmak, edebiyle kapatmak yeminle mümkün değil. O kapağın o kutudan az önce ayrıldığına kırk şahit gösterseler kesinlikle inanmazsınız. Sanki kutu içindekiyle birlikte evrim değiştirip, bir beden büyümüştü.


O andaki halimi düşünün; bacaklarım tarifi imkânsız garip bir şekilde uyuşmuşken, yarı çıplak haldeydim. Zaten bir kolumu altına diğer kutuyu koyduğum için neredeyse hiç kullanamıyordum. Öbür elim rezil rüsva ve ben giyinecek miyim yoksa diğer kutuyu mu değerlendireceğim. Anlayacağınız aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali garip bir durumdaydım.


O an inandım ki bu verdiklerimizi tahlil etmek için kapağını falan açmıyorlardır. Çünkü emin olun açması kapamasından bile zor. O yüzden de dibinden bir delik açıp akıtıyorlardır. Kavanoz dipli dünya misali


Peki, öbür kutu ne mi oldu. O da yarın.


28 Haziran 2011 Salı

CARETTA CARETTA YAVRULARI

89 yaşındaki June Haimoff, Dalyan’da ve İztuzu sahillerinde, doğanın ve caretta caretta cinsi deniz kaplumbağalarının korunması konusunda yaptığı başarılı çalışmaları nedeniyle, İngiltere Kraliyet Nişanı ödülüyle ödüllendirilmiş.


Bu haberi okuyunca aklıma Adrasan sahillerindeki caretta caretta yavruları geldi. Yıllardır tatile gittiğim Adrasan sahillerinin yaklaşık elli metrelik bölümü; caretta carettaların yumurtalarını bırakmak için seçtikleri sahillerden yalnızca birisi. Ancak her yıl aynı şey olmasına, yani her yıl caretta carettaların oraya gelip yumurtalarını bırakıp gitmelerine rağmen, o yumurtaların ve daha sonra yumurtalardan çıkan yavruların korunması için özel olarak hiçbir şey yapılmıyor. Yapılmadığını bizzat yaşayan birisi olarak gayet iyi biliyorum.


Çünkü yıllardır ailemle birlikte yaz tatilimizi geçirmek için özellikle seçtiğimiz tatil beldesi olan Adrasan’a gittiğimizde; eğer o yavruların yumurtalarından çıkma zamanına denk düşersek; mutlaka yaşama ilk merhaba dedikleri anları gözlemliyor ve yaşamaları için ailece çabalıyoruz.


Hemen her gece; gece kulüplerinde eller havaya yapmayıp, caretta caretta yavrularına duyarlı diğer insanlarla birlikte; yumurtalarından çıkıp ışığa doğru hızla yürüyen o yavruları tek tek toplayıp, asıl gitmeleri gereken yere, yani denize götürüp bırakıyoruz. Avucunuzda neredeyse bir parmak büyüklüğündeki o yavruları onları birkaç dakika sonra gerçek yaşam yerleri olan denize bırakacak olmaktan dolayı mutlu olmamak inanın mümkün değil.


Bilenler bilir; yumurtalarından çıkan caretta caretta yavrularının ilk yaptıkları şey; ışığa doğru hızla gitmektir. Ve ne yazık ki gece yarısı onları cezbeden ışıklar; yollardaki aydınlatma lambalarıdır. Yani bir anlamda yumurtalarından çıkarak yaşamak için denize değil de ışığa doğru giderek aslında ölmeye gidiyorlardır. O yüzden de o ışıkların aydınlattığı yollarda onlarca ezik caretta caretta yavrularıyla doludur.


Oysa biraz duyarlı bir belediye başkanı; tarihi ve süreci belli olan bu yumurtadan çıkış zamanını göz önüne alarak, gerekli tedbirleri gayet basit bir şekilde alabilir, aldırabilir. Böylece nesli tükenmesin diye yapılan çalışmalara da ciddi katkı sağlamış olur. Ama ne yazık ki bu hassas yaklaşımdan habersiz insanların duyarsızlığı nedeniyle; ezik caretta caratte yavrularını gördükçe içiniz acıyor. Ve gördüklerinize vicdanınız elvermediği içine doğanın kuralı diyemiyorsunuz.


89 yaşındaki June Haimoff’a verilen ödülle birlikte bu sorun ülkemizde daha fazla ciddiye alınır. Ve gerek Adrasan’da, gerekse caretta caretta yavrularının daha yoğun bir şekilde yer aldığı diğer sahil bölgelerimizde; hem bölge sakinlerinin, hem de o bölgelerdeki etkin ve yetkinlerin bu konuyu kendilerine vazife edinerek üzerlerine düşeni yapmalarına da vesile olur.

3 Mayıs 2011 Salı

DUVARLARIN ÖTESİNDE

Dört duvarın sizi nasıl daralttığını bilmezlerle geçen yılların acısı sanki aheste aheste içinizde birikmiş ve artık sizden taşmak üzeredir. Öyle hissediyorsunuzdur. Artık nefes alamadığınızı hissetmek bir yana aldığınız nefesinizin kıymetinden bile vazgeçmiş gibisinizdir.


İçinizi boğanları anlatmak, anlatarak rahatlamak isteseniz de kelimeler yetersiz, kelimeler kifayetsiz, kelimeler yoksul kaldıkları için bir türlü anlatamaz ve kimselere göstermediğiniz sessizliğinizde yalnızlığınızla birlikte kaybolmak istersiniz. Herkesten uzakta, herkesten vazgeçmişliğinizle birlikte…


Unutmaktan öte unutulmak istersiniz, herkes tarafından unutulmak. Böylece nedensiz bir şekilde yeni umutların farklı yollarla size yeniden geleceğini hayallerinize yerleştirmişsinizdir.


Siz; sizlikten çıkmak üzereyken hayat vermek istediğiniz, hatta hayatınızı gönüllü verdiğiniz duvarlarınızdan vazgeçmişsinizdir. O duvarların geçen zamanın hızıyla yarışırcasına sizi sizden almalarından bıkmışlığınızla…


O duvarların; hayallerinizi gözlerinizin önünde yıktığını, yıkarak hayallerinizde sakladığınız umutlarınızı körelttiğini bilmelerinizle…


Geride bıraktığınız yaşamınızda çok çileler çekmiş, çok azaplar tüketmişsinizdir ama bu sefer size ağır gelen; sizden bile fazladır. O yüzden bu seferkini çaresizliğinizle boğuşurken kimselere anlatamazsınız. Çünkü siz bile anlamamış, siz bile kabullenememişsinizdir. O derece bedeniniz ruhunuzu daraltmış, o derece sessiz yüreğinize ümitleriniz ümitsizliklerinizle birlikte hapsolmuştur.


Boğazınıza düğümlenenlerle birlikte yutamadığınız, sindiremediğiniz, hak etmediğinize inandığınız ama size hak görülen sözlerin ağırlığı ile ezilmişliğinizi daha yakından tanımış ve ne yazık ki tanıdığınızı kendinize hiç yakıştırmamışsınızdır.


O yüzden etrafınızdaki duvarlar sizi hiç daraltmadıkları kadar daraltıyorlardır. O yüzden siz; anlatamadıklarınızı da yanınıza alıp, anlamayacaklarını bildiğiniz için anlatmaktan vazgeçtiklerinizden uzaklarda; vazgeçmişliğinizle birlikte kaybolmak istiyorsunuzdur. Duvarların ötesine giden ruhunuzun, benliğinizin peşinden…


2 Şubat 2011 Çarşamba

ARTIK YETER DİYE HAYKIRMAK İSTEDİĞİNİZ ZAMANLAR

Artık yeter diye haykırmak istediğiniz zamanlar; sizin sırtınızdaki yükü taşımaktan usandığınız, sıkıldığınız ve o yükü çekemediğiniz zamanlardır. Böyle zamanlarda sevginin arkasına bakmadan kaçtığı yaşamın ortasındayken, hasretin sizle dalga geçtiğini hissetmezsiniz bile…

O yüzden yalnızsınızdır. O yüzden yalnızlığınızı seversiniz. Çünkü hayatınızda sevgiyi vereceğiniz başka hiçbir şeyiniz yoktur; yalnızlığınızdan başka.

Lüzumsuz şeylerle kendinizi oyaladığınız zamanlar; gerçekleri görmezden geldiğiniz, gerçeklerden kaçtığınız, kaçmaya çalıştığınız zamanlardır. Çünkü kaçtığınız; ruhunuzun hamallıklarını yaptığı ve size yaşamı zorlaştıranlardır. Sevgiyi beklerken, sevgiyi hayal ederken; sevgisizliğe sizi mahkûm edenlerdir.

Her gece aniden yükselen tanıdık bir müziğin sesiyle birlikte yaşamın tokadını yediğinizi hissedip içinizden taşan garip bir isyana eşlik eder gibi sabaha gidersiniz. Kimsenin bilmediği kimsesizliğinizle birlikte…

Artık yeter diye haykırmak istediğiniz zamanlar; artık yettiği zamanlardır. Ötesi olmayan, ötesini kabul edemediğiniz, edemeyeceğinizdir. O yüzden siz hayallerinize yeniden kavuşmak istiyor, yeni hayaller yaratmak istiyorsunuzdur. O yüzden geriye bakmak istemezliğinizle her şeyden arınmış bir şekilde çıplaklığınıza kavuşmak istersiniz. Sesinizi duyuramadığınız sizden uzak ama size sahip olduğunu sananlara, sizi sizden ayırmaya çalışanlara rağmen…

4 Ocak 2011 Salı

GARİPTİR

Garip bir şekilde kendinizi kötü hissediyorsunuzdur. Garipliği kötülüğü değildir. Garipliği daha önceki kötü hissetmelerinizden farklı olmasıdır. Garipliği neden kötü hissettiğinizi bilmezliğinizdir. Hissettikleriniz; her şeyin yolunda olduğu yaşamınızın bir anında içinize her şeyin, iyi olan her şeyin aniden kötü olacağı korkusunu yerleşmesidir.

Ortada bir şey olmadığı içinde duygularınızda, aklınızda; kendiniz gibi donuklaşmıştır. Garipliği böyle bir şey yaşamanızdır. Tarifsiz çöküşleri tarifli hale getirme beceriksizliğinizi hissetmeniz sizi yoruyor, yordukça da kendinizi daha kötü hissediyorsunuzdur. Diğerlerinden, öncekilerden daha kötü…

Oysa imrenilecek yaşantınız, imrenilecek sevdanızın doruklarını renklendiriyor; “kıskananlar çatlasın” der gibi gurura yoldaşlığınızı yaşıyorsunuzdur. Düne kadar yüzünüzdeki gülümseme; içinizdeki huzur çağlayanın sadece küçük bir damlasıyken, şu anda içinizdeki o çağlayanın kuruduğunu hissediyorsunuzdur. Gözünüzde kalan damlanın garipliği ile birlikte…

Nedensiz gelmiş sıkıntınızla tanışmak istemeyen yüreğiniz; sessizliğinde saklanırken, gözlerinizi saklamayı unutursunuz apansız gelen yaşlardan…

Kendinizi kötü hissediyorsunuzdur. Garip bir şekilde garip kalacağınızı biliyormuş gibi her şeyi kaybedecek olmanızdan öte hayallerinizi bile kaybedeceğinizi biliyor gibi.
Size sevdanın yollarını öğretende yanlış yolları görmek gibi…
Her şeyden kuşku duyan, her şeyi kemiren solucanın nedensiz bir şekilde beyninizin gizemli bir köşesine saklandığını öğrenmek gibi…

Susarsınız; söyleyecek sözlerin eskidiğini, yenilerinin de anlamsızlığa mahkûm olacağını bildiğiniz için.
Susarsınız; dinlemeyen kulakların arasında kaldığınız için.
Susarsınız; şimdiye kadar hiç bu kadar konuşmayı istemediğinizi bilmenize rağmen, yalnızlığın gizemini lekelememek için.
Çünkü o yalnızlığa sığınacağınızı hissediyor gibisinizdir.
Tarif edemediğiniz iç sıkıntınızla, tarif edemediğiniz garipliğinizle birlikte…