15 Ağustos 2012 Çarşamba

ŞEHİT BABASININ YÜREĞİNDEN

Gecenin karanlığı onun içindeki karanlıkta kaybolmuştur.

Yaşlı yüreğinin yaşamla mücadele etme gücü zaten azalmışken, artık o; azalan gücü de, yaşamayı da istemiyordur.

Çünkü nefes aldığı her dakika ona fazla geliyor ve geceyi sabaha yolcu ederken, bir türlü tükenmeyen gözyaşları ile kalan yaşam yolculuğunun zoraki yoldaşı olduğunu biliyordur.

Uykuyu ona haram eden gecelerde pencereye yansıyan yüzü; sanki onun değil de bakmaya, dokunmaya kıyamadığının hasret kaldığı yüzüdür.

Artık nereye baksa gördüğü ve bir daha hiç unutmayacağının gülümseyen yüzüdür.

O gülümsemeye dayanamayarak akan gözyaşlarını nasıl tutabilirdi ki?
Nasıl içindeki acıyı saklayabilirdi ki?

O da saklayamıyordu, saklayamazdı da…
Çünkü artık yüreği çektiği acıya dayanamıyordu.

Evet dimdik durmuştu.
Evet, acısını gururunu aynı anda yaşamıştı.
Çünkü öyle hissetmişti.

Ama artık gururu gitmiş, acısı içine iyice yerleşmiş ve her dakika sanki içini çürütür olmuştu.

Buna dayanamayacağını, yüreğinin bunu kaldıramayacağını biliyordu.

Zaten nasıl dayanabilirdi ki?
Nasıl içindeki acıyı tüketebilirdi ki?
Böyle bir acıyla kim baş etmişti de o edebilecekti?

Sonra başını salonun başköşesine çevirip, içindeki acının resmine baktı. Bakmaya doyamadığının resmine…

Artık gözyaşlarını silmeye mecali olmayan ellerini; karanlığın ötesindeki evladının resmine doğru uzattı.

Sanki” neredesin” der gibi…
Sanki “gel” der gibi…
Sanki “yanına al beni” der gibi…

Gündüzleri sessiz ve içine kapanık geçirirken, geceleri sabaha kadar; o resimle konuşarak yarasını sıcak tuttuğunu haykırır gibi…

“Şehit babası olmak böyle bir şey” der gibi…

Ölene kadar; yalnızca acıyla yoldaş olmaya mahkûm olan nice babalar gibi…
Evladına hasreti; gözyaşlarına yerleştirmiş gibi ağladıkça ağladı.

Umutlarını kaybetmişliği ile…
Yaşamdan vazgeçmişliği ile…

İçindeki karanlığındaki yalnızlığında…
“Niye?” diye sorar gibi…