23 Aralık 2010 Perşembe

OYALIYORSUNUZDUR

Oyalanmaktan sıkılmış, oyalamaktan bıkmışsınızdır. Yaşamı ağız tadı ile yaşamayı hayal ederken hayalinizi unutmuş, oradan oraya sürüklenip durmuşsunuzdur. Kâh sevgili eliyle mutlu olmuş, kâh sevgiliye laneti tanımış ama geçenle avunup, gelenle umutlanmışsınızdır. O yüzden ne umudunuz bitmiştir, ne de umutsuz geceleriniz.

Nerede hata yaptığınızı düşünürken nereden geldiğini anlamadıklarınızla gülmüş, herkesin bilmezliğinde siz kendinizi mutlu hissetmişsinizdir.

Türkülerle ağlarken, şarkılarla ona yolcu olmuş bazen de müziğin ritmini tüm unutmuşluğunuza katarak her şeye inat coşmuşsunuzdur. Kimseye kendinizi tam anlamı ile anlatamadan, kimseyi doğru dürüst yaşayamadan; kimseye kendinizi doğru dürüst yaşatamamışsınızdır. O yüzden de yaşamın sizi ve umutlarınızı oyaladığını hissediyorsunuzdur.

Yalnızlığınızın tatsızlığını yaşıyor, kalabalıklar arasında kaybolduğunuzu biliyorsunuzdur. Her şeyin bittiğini sanırken başlayan bağımlılığınız sizi şaşırtamıyor ve siz garip bir şekilde ne yaşanacaksa yaşansın der gibi kendinizi nereden estiği belli olmayan yaşam rüzgârına teslim ediyorsunuzdur.

Ne bir aşktır beklediğiniz, ne de hayallerinizin gerçekleşmesidir. Çünkü hayalleriniz de aşkın anlatılmaz heyecanı da artık sizde tükenmiştir. Sanki boşlukta hayatı yaşar gibisinizdir. Ne bir umut, ne bir hayal, ne de bir vazgeçme yaşıyorsunuzdur. Sadece hissizliğinizi hissediyor, sadece garip bir şekilde zaman geçiriyor gibisinizdir. O yüzden yaşamın sizi oyaladığını, oyalayarak kandırdığını düşünüyorsunuzdur.

Aslında zaten buna hiç gerek yokken…
Aslında zaten her şeye kanmışken…
Aslında zaten teslimiyeti yaşarken; her şeyden vazgeçmişliğinizle her şeyi yaşamayı isteyen ruhunuzla…
Aslında zaten sizde oyalanıyorsunuzdur. Yaşamı kandırarak yaşamın haberi olmadan…

12 Aralık 2010 Pazar

UNUTMAYI ÖĞRENDİM



Unutmayı öğrendim. Her şey yolundayken; birden bire beni yok edercesine terk ettiğini bile söylemeden gittiğinde ben seni unutmayı öğrendim.


Sen başka bir aşkın heyecanı ile yanıp tutuşurken, beni yakıp kül edeceğini bilerek arkanı döndüğünde; aslında beni yalnızlığa değil, sevdasız, güvensiz bir yaşama mahkûm etmiştin. Sen ne yaptığını bilmene rağmen beni harcadığını öğrendiğinde ise bende seni unutmayı öğrendim.


Senin beni unuttuğun gün; bende seni unutmayı öğrendim.


Sen başka kollarda hiç tatmadığın zevklerin uğruna beni çiğneyip geçtiğinde bende seninle yaşananları unutmayı öğrendim.


Sen niye gittiğini söylemeye bile tenezzül etmezken, ben senin gittiğini unutmayı öğrendim.


Sen yaşanmış güzel anları yanında götürüp boşluğu bana bıraktığında bende seni unutmayı öğrendim.


Sen aşkının sahtekârlığını ortaya çıkarırcasına kaybolduğunda geri gelmeyeceğini bilircesine bende seni unutmayı öğrendim.


Aslında anladım ki seni sevdiğim ilk gün seni unutmaya başladığım ilk günmüş. Ve ben o ilk günü bile unutmayı öğrendim.


9 Kasım 2010 Salı

KENDİNİZİ ÇEKEMİYORSUNUZDUR



Yalnızlığını seversin ama öyle zamanlar gelir ki sevdiğinden de sıkılırsın. Böyle zamanlarda yalnızlığın sana çok ağır gelir ve ne yapacağını bilmezliğinle gecelerin karanlığına sarılırsın.


Kararan hava ile herkes kendi yaşamının gizemine karışırken, sende kendi gizemini kendi kendine yaşamaya başlarsın. Çünkü gereksiz bir şekilde hissettiğin umutların seni terk etmiş, yalnızlığın yalnız kalmıştır.


Kimselerin bilmediği yalnız gecelerini yaşarken, geçmek bilmeyen dakikalara yüklediğin gözyaşların sana ağır gelmiş ve sabahı kendine uzak etmişsindir.


Sen senlikten çıkmışken; sığındığın karanlık da sana dar gelmiş ve kaçmak istediğin kapılar bir anda yok olmuştur. Bir zamanlar mutlu olduğunu sandığın yalnızlığın bile artık sana mutsuzluğunun nedeni gibi gelir. Sen; sana göre vahşi dünyanın sessizliğini ararken, yarının ne olacağını bilmezliğinde seni yoruyordur.


Böyle zamanlarda yaşamının renkleri sandıkların; renksizliklerini ortaya çıkarırken, sen artık karanlık yaşamının kaçak saatlerini ararken, kaybolduğun zamanlardasındır.


Sen; senlikten utanıp, saklanırken yaşam devam ediyor ve sıkıntıların sabahla birlikte seni bekliyordur. O yüzden geceler bitmesin, sabahlar olmasın istersin ama bitmeyen gecelerde bitmeyen yalnızlığına da katlanamıyorsundur.


Çünkü artık kendi kendine bile ağır geliyor, kendini bile çekemiyorsundur.


30 Ekim 2010 Cumartesi

UNUTMUŞSUNDUR



Unutuldun gitti. Çünkü sen oradaymışsın, sen yalnız kalmışsın onun umurunda değil gibidir. Giden; yalnızlığını teyit edercesine seni, sana bırakıp gitmiştir.


Sen; neden yalnızlığa mahkûm oldum diye kara kara düşünürken, o sensizliğin üzerine soğuk suyunu çoktan içmiştir bile.


Sen; yalnızlığını saatlerce sana anlatan sessiz duvarları seyrederken, o yaşantısına yeni ve farklı renkleri ekleyerek yeni bir resim yapmaya başlamıştır.


Sen; tüm saflığınla unutulduğunu anladığında, o seni zaten tarih yapmıştır ama sen bunu bilemezsin. “Geliyorum” diyerek arkasına bakmadan çekip giden, aslında zaten hiç gelmeyecek olandır. Ama sen bunu bile unutmuşsundur.


Umutlarını rüyalarına yerleştirdiğin, geceleri dolu dolu yaşadığın ve bir ömür beklerim dediğinin senden vazgeçtiğini hissettiğin an; unutulduğunu anladığın andır. Ve o an da sen bilirsin ki kendini de onda unutmuşsundur.


29 Ekim 2010 Cuma

DUVARLAR



Evinizdeki dört duvar sanki sizin sınırlarınız gibidir. O duvarlar belki yıkmak istediğiniz ama yıkmanızın yasak olduğu duvarlardır. Çünkü kendinizi avutarak geçirdiğiniz yıllarınızın anılarını saklayan sadece o duvarlar.


Bazen mutlu, bazen acı dolu anılarınızın sessiz şahitleri olan o duvarlar; gün geldiğinde sizi boğarken, gün gelmiş yoldaşınız olmuşlardır.


Dinleyen ama asla konuşmayan, sessizliğinde sizi saklayan o duvarlar; soğukluğunu bir şekilde sakladığınız, saklayarak yaşadığınız yeri ısıtmaya çalıştığınız yaşamınızın gizli şahitleridir. Siz hayallerinizin yalnızca size ait olduğunu sanırken, onları hep unutmuşsunuzdur ama onlar sizi ve yaşadıklarınızı hiç unutmazlar. Sizi dış dünyanın pisliklerinden koruduğunu sandığınız duvarlarınız; gün gelmiş sizi içerideki zulümden, içerideki kimsesizliğinizden de korumuşlardır.


Hayallerinize arkadaş o duvarlar; aynı zamanda sizi umutsuz umutlarınızdan uzaklaştıranlardır ama bunu bilemezsiniz. Çünkü o duvarlar; yalnızca evinizin değil, aynı zamanda sizinde duvarlarınızdır. İçinizde esen isyan rüzgârlarını bazen engelleyen, bazen de durduran duvarlardır, o duvarlar.


Sizin hayallerinize sınır koyan ve size mecburiyetlerinizi hatırlatan o duvarlar; kolay kolay yıkılmazlar. O yüzden de siz duvarlarınızı yıkamaz ve mecburiyetlerinize mahkûmiyetinizi mecburen kabullenirsiniz. Belki kimsenin hatta sizin bile güvenmediğiniz hayali duvarlarınıza arkadaşlardır o duvarlar. Sizi belki hayata bağlayan belki de farkındasızlığınızla bir ömür hak ettiğinizi sandığınız için beklediğiniz hayattan koparanlardır.


O duvarların ötesinde sizi bekleyenler belki de sizi o duvarlar kadar tanımayan, tanıyamayacak olanlardır. Çünkü o duvarların gördüğünü kimse görmemiş, o duvarların duyduğunu kimse duymamıştır.


Hızla geçen zaman size ihanet edip, sizin her şeyi unutmanızı ya da en azından bazı şeyleri unutmanızı sağlarken, o duvarlar hiçbir şeyi, size ait hiçbir şeyi unutmadan; size ve yaşamınıza şahitlik eden sizin bile farkında olmadığınız sessiz arkadaşlarınızdır.
Ama siz farkında değilsinizdir.


28 Ekim 2010 Perşembe

PKU HASTALIĞI



İki yıl kadar önce Sağlık Bakanlığı’na hiç üstüme vazife olmasa da vicdanımın sesini dinlediğim için bir yazı yazmıştım. O yazımda; bebeklerde doğdukları zaman topuklarından alınan kanın incelemesinin ülkemizde sadece belirli hastanelerde, mesela Ankara da sadece Hacettepe hastanesi’nde yapıldığını yazmıştım. O günden bugüne değişen bir şey yok.


Ülkemizde bu test şu anda sadece ama sadece Ankara’da Hacettepe Tıp Fakültesi’nde, İstanbul’da İstanbul Tıp Fakültesi’nde, İzmir’de Dokuz Eylül Tıp Fakültesi’nde, Sivas’ta Cumhuriyet Tıp Fakültesi’nde yapılabilmektedir. Şaka gibi değil mi?


Bu yüzden küçük, büyük fark etmiyor, bu dört şehrin dışında bir yerde doğan çocukların topuklarından alınan kan; mecburen testin yapıldığı şehirlere gönderiliyor.


O yazımda bu testin sonuçlarının geç tespit edildiği için binlerce çocuğun ne yazık ki PKU (fenilketonüri) hastası olarak yaşadıklarını da yazdım. PKU hastası olmasına rağmen hastalığı geç teşhis edildiği için, tedavi edilmediğini ya da tedaviye geç başlanıldığını da yazmıştım. Bunun içinde o çocuklarda beyin gelişiminin olmadığını, zekâlarında gerileme olduğunu ve binlerce zekâ geriliği olan insanların ülkemizde bir ömür yaşadıklarını ifade etmiştim. Çünkü PKU hastalarının beyin gelişiminin normal olması, zekâlarında bir gerilik olmaması için; kesinlikle süt ve süt mamulleri ile beslenmemeleri, asla protein almamaları gerekiyor.


Yani yeni doğan çocuğun topuğundan alınan kan; Türkiye turu atarken, PKU hastası olan çocuk annesinin sütünü aldığı için beyninde hasar meydana geliyor.


Aslında üç kuruşluk yatırımla çözülecek ya da engellenerek en aza indirilebilecek olan bu hasar yüzünden; ne yazık ki ülkemizde on binlerce PKU hastası var ve bu hastalıkta dünya da ilk sıradayız. Unutmamalı ki PKU hastası olanlar; yaşam boyu bakıma ihtiyaç duydukları için, hem ailelerine hem de memlekete tahmin edilemeyecek bir maliyete neden olmaktadırlar.


Yarı finale çıktıkları için basketbolcularımıza verilen paranın belki de yarısı ile hemen hemen her şehirde bu hastalığı teşhis edebilecek, yani topuktan alınan kanda PKU hastalığı olup olmadığını inceleyebilecek laboratuarlar kurulabilir. Ve böylece binlerce hasta kurtarılabilir. Ki zaten büyük devlet olmakta bu değil mi? Ya da devlet baba böyle olunmaz mı?


Böyle bir adımla yani küçük bir yatırımla; hem insani hem de maddi olarak ülkeye katkı sağlamanın ötesinde, belki kayıp hanesine yazılan bu çocuklardan ülkemize faydalı gençler ve onlar sayesinde sağlıklı nesiller bile yaratabiliriz.


Bu konuda; bu hastalıkla mücadelede sadece basit düşünmekle, sadece sevgi ile o kadar önemli işler yapabiliriz ki…


Yoksa hangi yetkiye sahip olursanız olun siz sadece bakansınızdır. Ve emin olun gün gelir yetkiniz gider, siz de arkanıza baka baka gidersiniz…
PKU hastalığından habersiz…


17 Ekim 2010 Pazar

YAĞMURA KARIŞIR GİBİ



Gün ağarırken uyanırsınız. Şiddetle yağan yağmurun size merhaba, size günaydın diyen sesiyle...
Uykuyla arkadaş gözleriniz; damlaların yerde bıraktığı görüntü ile açılır. Siz uyku mahmurluğunu bu seslere olan hayranlık ve o anda yağmur altında yürüme isteği ile ateşlersiniz. Olanca çıplaklığınızla...


Aklınızda ne bir sevdanın benliğinize kazınan ismi, ne bitmez borçların yüreğinize yük olan boyutu, ne de hüznün farklı bir adı vardır. Sadece yalnızlığın tadı, sadece hissedilen kimsesizliğin bedeninize yapışmış görünmez elbisesi vardır. Ve onlar bile size o anda fazla, çok fazla geliyordur. Suskunluğunuzla büyüttüğünüz isyanlarınızı yanınızda götürmek istersiniz; sokağın sizi çağıran haline...


Ne kadar şiddetle yağarsa yağsın “yetmez” dediğiniz yağmura; bitmeyen, sonu gelmeyen gözyaşlarınızla ortak olmak istersiniz. Kimse ile paylaşılmayanları kimse ile hissedilmeyenleri yağmur ile paylaşırken, yalnızlığınızda, sessizliğinizde hissederken.


Gözünüz yere düşen damlalara takılırken, ne hayallerinizi yeni güne taşımışsınızdır, ne de umutlarınızı. Anlamsız bir boşluktan anlamlı bir kayboluş gibidir. Ve siz alnınız camda iken gözlerinizi kapatırsınız. Sanki sonu bilinen çaresizliğinizi yaşıyor gibi, sanki birine, belki yaşama “elveda” der gibi, sanki “yaşanmamış yaşanılacaklar kalsın” der gibi…
En sonda kendinize asla aklınıza gelmeyen kendi içinizde gizemle büyüttüğünüz her şeye vedanız gibi…


Yağmur sanki sizin yokluğunuza inat daha hızlı, daha yoğun yağarken; sokağı pencerede yüzünüze vuran damlalar ile daha iyi anlarsınız. Siz yüzünüze vuran damlalarda; yağmurun ıslaklığını değil yağmurun rüzgârını yaşarsınız; sessizliği, kimsesizliğinizin ve çaresizliğinizin yüzünüze vuruluşunu hissettiğiniz gibi…


İçin için ağlamak gibi değil, tam tersi hıçkırıklarınızla gözyaşlarınızı sokağa akıtırsınız. Elinizde olmayan çöküşünüzü kabul edip, yenildiğiniz hayata; yenilginizi kabul ettiğinizi itiraf eder gibi…
“Yeter” diyemeyen dilinize sessizliğinizin yetmediğini gösterir gibi…
Ve tükenmeyecek havası ile olanca şiddeti ile yağan yağmura karışırsınız. Kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği bir şekilde yani her zaman ki gibi...


16 Ekim 2010 Cumartesi

BUGÜNE EN UZAK GÜN, DÜN



“Bugüne en uzak gün, dün” demiş üstadın birisi...
Ne kadar doğru söylemiş şimdi anladım. Çünkü dün sen gittin. Hayatıma anlam veren gözlerin, canıma can katan dudakların ve sıcaklığını hep hissettiğim ellerin artık yok. Sen bensizliğin tadına alışmaya başlarken, ben dün sensizlikle tanıştım. İçimde esen yalnız rüzgâr beni nefessiz bırakırken; yüreğim daralıyor, boğazım düğümleniyor ve ben senden uzak olmayı yaşıyorum. O yüzden benim için artık en uzak gün, dün.


Dün o kadar uzak ki, o kadar flu ki sanki zaman uçup gitmiş, sanki sen beni hiç, ben seni hiç yaşamamışım gibi…


Yakınken bu kadar uzak olunmaz sanırdım ama yaşayarak öğrendim. Senden uzak olmak ellerini tutarken elsiz kalmışım gibi. Gözlerinde kaybolurken kör olup artık göremiyormuşum gibi. Seni yudum yudum dudaklarından içerken nefessiz kalmak gibi. O yüzden en uzak gün, dün. Çünkü artık sen yoksun.


Dün benimdin, benimleydin ama bugün yoksun, benden uzaksın. Sanki hiç olmamışsın gibi, sanki hiç sevmemişsin gibi aniden gidip, varken yok oldun dünden bugüne...


O yüzden bugüne en uzak gün, dün...
Yarın olacak mı bilmiyorum ama belli ki yarın için en uzak günde bugün olacak. Çünkü yarın sen yine olmayacaksın ve ben yarında seni sanki yeni kaybetmişim gibi acı hissedeceğim. Ve yarın yine bugüne en uzak gün, dün diyeceğim.
Çünkü sen dün gittin.


15 Ekim 2010 Cuma

HİSSETTİĞİNİZ AYNIDIR



Hasretin sizi ele geçirdiği zamanlar; sizin arzularınıza en zayıf olduğunuz zamanlardır. Belki de size öyle geliyordur ama zaten bunu da kimsenin bilmesine gerek yoktur. Sadece onun sizin arzuyla kavrulup hasretine dayandığınızı bilmesi sizin için yeterlidir.


Siz olmadık hayallerle yaşanmışları tekrar yaşarken, onunda akşamdan sabaha aynı hayallere can verdiğini hissedersiniz. Çünkü hissettiğiniz aynı hasret, arzunuz aynı arzu ve yaşanmışlar beraber yaşanmıştır.


O sizden uzakta sizsizliğin ne kadar ağır bedel olduğunu yaşayarak öğrenirken, siz o yanınızdan gittiği andan itibaren; ne kadar zayıf kaldığınızı, kimsesiz kaldığınızı, hissetmiş ve onu o anda özlemişsinizdir.


Çünkü onun gözleri ile sevdayı yaşar, onun gözleri ile kimsenin bilmediği hayallerinize sarılırsınız. Siz aşkı o gözlerle sevmiş, onsuzluğa o gözlere olan hasretinizle dayanmışsınızdır.


Aşkınızın sonsuzluğunu haykıran yüreğiniz; onunla var olduğunu hissederken, ondan uzak gecelerde yürek ağlamasının ne demek olduğunu da öğrenmiştir. Onunda ağladığını, onunda sizi özlediğini hissedip, hayallerinize sahip olanın sahip olduğunuz hayalleriyle birlikte yaşarken.


7 Ekim 2010 Perşembe

KALBİNİZİ DİNLEMEK



Yaşamın hızla akıp gitmesi sırasında onlarca, yüzlerce sınavdan geçer dururuz. Tabi bunları sınav olarak görenler için.


Siz eğer Tanrı’nın size bir hediyesi olarak görürseniz yaşamı; o zaman o anları; acısıyla, tatlısıyla yaşamın tadı tuzu, sizinde yaşamdan tat alma yeteneğinize katkı sağlayan anılarınız bilirsiniz.


Yaşanan her anın sizde bıraktığı; belki de bedelini ağır ödediğiniz tecrübelerdir. Sonradan çocuklarınıza, yakınlarınıza bedava vermeye, öğretmeye çalıştığınız tecrübeler. Onların çoğunlukla tıpkı sizin gibi bedavayı kabul etmeyip, yaşayarak öğrenmeyi tercih ettikleri tecrübelerdir.


Herkesin sanki yaşaması mecbur olduğu tecrübelerin, kişilik gelişmesine katkı sağlayan tecrübelerin size öğrettiği en önemli şey belki de kısa yaşamda mutlu olmanın püf noktasının empati yapmak olduğudur.


Olaylar karşısında muhatabın yerine kendinizi koyabildiğiniz ölçüde haklı, haksız kavramlarının aslında insana göre nasıl kolayca değişebildiğini görebileceğiniz empatiler; sizin yaşam yolculuğunuzun güzellikleridir. Yeter ki farkındalı bir yaşam yaşıyor olun.


Siz karşınızdakini anlamaya çalıştıkça emin olun yolculuğunuz daha düzenli, daha zevkli olacaktır. Hayatın anlamı olmaktan öte hayatın amacı olan; mutlu olmanın çok özel tarifidir.


Bu yaşam yolculuğu sırasında zaman zaman bazı önemli dönemeçler vardır. Mantığınızı unuttuğunuz ya da unutmak istediğiniz, kalbinizi dinlediğiniz ya da dinlemek istediğiniz bu dönemeçler; müthiş bir duygu yoğunluğunu hissettiğiniz çok özel zamanlardır. Asla ama asla tecrübe olarak başkalarına kolay bir şekilde anlatamayacağınız, çok özel zamanlardır. Ve kesinlikle kişiye özeldir.


Bu hisler kalbinizi dinlemektir.
Mutlaka her şeyi bir tarafa atıp kalbinizi dinlediğiniz size özel zamanlarınız vardır. Sonuçlarının iyi ya da kötü olması değil, sizin yarattığınız zamanlar olması nedeniyle özeldirler. Yürek çarpıntınızı duyduğunuz ve sizi yoldan çıkaracak duygulardır, kalbinizin size fısıldadıkları…
Ve siz o anı seversiniz. Ve siz o anı yaşamayı hep istersiniz.


Kimsesiz hislerin tek sahibi olarak yaşam tecrübenizin gizemli anlarıdır, böyle anlar. Ama sadece size ait, sadece sizin hissettiğiniz.


3 Ekim 2010 Pazar

RUHUNUZDAKİ SEL



Sele kapılmış bir kibrit çöpü gibi kontrolsüz bir şekilde sürüklendiğinizi hissettiğiniz yaşamınızın içinde; kendinizi kurtarmak için beyhude çabaları boşu boşuna gösteriyorsunuzdur.


Şiddetle artan su seviyesi gibi üst üste gelen dertler; olanca hızıyla üstünüze sağanak bir şekilde yağan yağmura yakalanmış gibi yaşamın, size acımasız olduğuna inandığınız tokatlarını yaşıyorsunuzdur. Yaşadıklarınız; artık sizi aştığını hissettirerek boğazınızı düğümlerken, nefesinizi alıyordur.


Aslında sizi terk edenler huzurunuzu ele geçirenlerdir. Sizi böylesi bunaltanlar sıkıntıları yaşamanıza neden olanlar, belki de sizin için iyi bir şeyler yaptıklarını düşünürken, aslında sizi tamamen unutanlardır. Onlar sizi kolladıklarını sanırlarken uçurumlardan itenlerdir ama bilmezler. Zaten bilseler de işlerine gelmez. Çünkü onlara göre doğru; onların doğrusu, yanlış sizin yanlışınızdır. Akıllı olanlar onlar, zayıf ve aklı bir karış havada olan sizsinizdir.


Oysa sizin etrafınıza egemen hırslardan yoksun bir şekilde tek istediğiniz; durgunluktur. Sakin bir süreçte kendinizi dinlemek, dinlerken yaşamı keyifle seyretmektir. Kendi dünyanıza ait ve kimselerle paylaşılmayacak kadar kıymetli bir huzur içinde...


Rüzgârı bile istemezsiniz.
Yanlışlıkla takılarak önemsiz denilebilecek dertleri size getirebilir diye...
Güneşi bile istemezsiniz.
Yüzünüzle birlikte yüreğinizi de acımasızca yakabilir diye...
İstediğiniz sadece kendinizdir.
Kendi rüyalarınızı kendi başınıza yaşamanız, kimselerle paylaşmadığınız, herkese yabancı hayallerinize sahip çıkacağınız, durgun ve sessiz bir sevdayı doyasıya yaşamanızdır.


Anlatmak istemediğiniz belki de anlatmaktan yorulduğunuz için artık anlatamadığınız;iç dünyanızın isyanlarıdır.


O yüzden de yüzünüze yağan yağmuru hissetmeden ruhunuzdaki sele bırakmak istersiniz kendinizi, kimselere söylemeden...


19 Eylül 2010 Pazar

SADECE ZAMAN ÖLDÜRÜYORSUNUZDUR



Söyleyemezsiniz ama anlasınlar istersiniz.
Anlasınlar yaşantınıza sahip sıkıntıların size ettiği eziyetleri...
Anlasınlar istersiniz yüreğinize yük olan sevdasız elleri…
Anlasınlar istersiniz kederin yaşamla arkadaş olup kaderiniz olduğunu...
Ama anlamazlar.


Gören gözler görmez olmuş, konuşan diller sessizliğe bürünmüş ve
kimsesiz rüzgârlar kaybolmuşlardır.
Siz yalnız olduğunuz bilmenin ezikliği ile yağmur gibi hayatınıza gelen dertlere karşı ne yapacağınızı bilmezliğinizi aynı anda yaşarsınız.
Üstelik ne yaşadığınızı, niye yaşadığınızı bilmeden;
hak ettiğinizi size unutturan hak etmediklerinizle beraber…


Gün; saçma sapan insanların size hayırsız gözlerindeki kini hissettirirken,
geceleri sabaha yolcu eden umutlarınızı, hayallerinizi sizden alıp
yalnızlığınızı yalnız bırakıyordur.



Her yeni gün; eski sıkıntılarınız yetmezmiş gibi yenisini de yaşantınıza getirirken, giden her saat, biraz daha çöktüğünüzü size hissettiriyordur.


Hak etmeyenlerin; her şeyi hak etmişler gibi daima kazanmaları yüzünden sessiz isyanlarınız yüreğinizi daha çok acıtırken,
yanınızdakilerin sizi, halinizi görmemesini kabullenemiyorsunuzdur.



Sizi sizlikten çalan dertler; doymaz bir açgözlülükle yaşamınızı da ele geçirmeye çalışıyor ve siz kaybettiklerinizi bile bile kaybedeceklerinizi de kabullenerek zaman öldürüyorsunuzdur.


Belki de kimsenin bilmediği, kimsenin de bilmesi gerekmediği rüyanızın hatırına...



18 Ağustos 2010 Çarşamba

MR



Bir süredir bazı sağlık problemlerim ve biraz da eşimin sakarlığımın tıbbi bir nedeninin olduğu konusundaki iddiasının tescillenmesi için, doktor doktor dolaşıyorum. Emin olun son aylarda verdiğim kanları biriktirip satsaydım; ciddi anlamda aile bütçesine katkı sağlayabilirdim. Ticari zekâmın yetersizliği yüzünden kaybettiğim paraları bir yana bırakayım; kanlarımı Kızılay’a verseydim Kızılay’ın bir aylık kan ihtiyacını karşılamış olur, karşılığında da üstün hizmet madalyası ile ödüllendirilerek ülke çapında meşhur olabilirdim. Bu yüzden anladım ki benim fizyolojik yapım kan yapmaya müsait bir yapı ve ne kadar kan verirsem vereyim, yerine yenisi anında imal ediliyor. Bir anlamda kan bankası gibi adamım yani…


Ayrıca yakında bu özelliğimin keşfedilerek değerlendirileceğini de düşünüyorum.


Göğüs kafesimin sol tarafının hemen altında sonradan yağ bezesi olarak değerlendirilen et parçası için yaptırmadığım tetkik neredeyse kalmadı. Ancak doktorumun; altı aydır yaptırmadığı tahlil kalmadığını söylemesine rağmen, eşimin aşırı ve rahatsız edici ısrarları sonrasında bence uydurduğu tahlillerde bile sağlıklı çıktım. Tüm bu sonuçlar sonrasında doktorum; eşimin yüzündeki düşmanca ifadeleri yok etmek için kendince en kolay alınabilir parçam olan safra kesemi almaya karar verdi. Bu ameliyatımın detayları başka bir yazı konusu olduğu için burada kesiyorum.


Sağlık taramalarımın yapıldığı bu süreçte kan vermemin dışında ayrıca MR adı verilen ve bence insan haklarına aykırı olarak imal edildiği düşüncesinde olduğum alete de girmek zorunda kaldım. Tabi bu benim için hiçte kolay olmamıştı. Çünkü MR odasına üç defa sıramı kaçırdıktan sonra sırada kimse kalmayınca doğal olarak sıra kaçırma şansımı da yitirdiğim için girebildim.


MR odasına girdiğimde içeride bulunan iki bayan doktordan birisinin eliyle bir odayı gösterip, otoriter bir ses tonuyla “oda da üstünüzdekilerin hepsini; çamaşırlarınızda dâhil olmak üzere çıkartıp, askıdaki yeşil örtüyü giyin” talimatına sessizce uyum gösterip gösterilen odaya girdim.


Derimi geçtim mesela kaburga kemiklerimi bile ciddiye almadan iç organlarımı en ince detayına kadar görüntüleyebilecek bir alet; çamaşırlarım olursa sanki çalışmayacakmış. Bana göre bunu anlamak mümkün değil. Kendi kendime doktorların duymayacağına emin olduğum ses tonu ile -emirle çıplak kalma stresiyle olsa gerek- söylene söylene durumuma isyan ederek; üstümde ne var ne yok çıkardım. Çıkardım çıkarmasına da çıplak bedenime giymemi istedikleri örtü, neredeyse yarım örtü çıktı.


Böyle bir örtüyü imal edenlerin nasıl bir psikolojiye sahip olduklarını anlamak mümkün değil. Tamamen soyunduktan sonra örtününiki kat olmadığını dikişlerinden ayırmaya daha doğrusu sökmeye çalışıp başaramayınca anladım. Elimde evirip çevirip nasıl giyinebileceğini çözmeye çalıştığım örtünün, sonradan kol yeri olduğunu anladığım deliklerinden bacaklarımı büyük bir iş başarmış gibi geçirdim. Ancak o haldeyken yani çırılçıplak bir haldeyken örtü ile birlikte ortaya çıkardığım görüntüyü burada anlatmam mümkün olmadığı gibi o anda yaşadıklarımı eşim öğrense emin olun ekmeğine bal sürülüp bir yerlere acil olarak kapatılabilirdim.


Kolları olmayan ve nedense yalnızca tek tarafı olan yeşil örtü; birkaç dakikada resmen hayatımın kararmasına yol açtı diyebilirim.


Sonunda her şeyi geçebilen görünmez ışınlara sahip MR cihazının, aslında bilindiği kadar yetenekli olmadığına inandım. Ayrıca çamaşırlarımın çıkarılması talebinin; doktorların benim bir yerlerimi görme merakı ile kesişmediğini, sadece cihazın bilemediğim bir nedenle kumaşları geçemediği için çıplak olunması gerektiğine kanaat getirdim. Bu düz mantıkla tek tarafı olmayan bu garip önlüğü göğüs MR’ım çekileceği için, popomu kapatacak şekilde giyerken, “sırt MR’ım çekilseydi o zaman arkadan fotoğraf verecektim” diyerek kendimi avuttum…


Odadan çıkıp muhtemel benden önceki hastanın MR görüntüleri üzerine bilgisayar ekranına bakarak konuşan doktorların yanlarına gittim. Yani ön tarafım tamamen anadan üryan bir halde giydiğim örtü boynumdan asılı bir şekilde arkamda süpermenin pelerini gibi bir görüntü sergileyerek gittim.


Benim o halimi gören doktorlardan birisi çığlık çığlığa anlamadığım bir sürü şey söylerken, diğeri bir eli ile gözlerini kapatırken diğeri eli ile de geldiğim odayı işaret edip, “ters giymişsiniz, ters giymişsiniz” diyerek bağırıyordu. Kendisine parmaklarının arasından bana baktığını fark ettiğimi söylememin manasız olacağına inanıp, gerisin geri hızla odaya gidip üstümdeki örtüyü ters yüz ettim.


Sonunda hiçbir mantığı olmayan bir yaklaşımla imal edilmiş örtüyü kıçım açıkta kalacak şekilde giyip tekrar dışarı çıktım. Ben odadan çıkar çıkmaz biraz önce çığlık çığlığa bağıran kadın; bana eliyle MR odasını işaret etti. Ben önde o arkamda odaya giderken, kendimi kadının yerine koydum da hakikaten ilginç bir durumdu. Düşünsenize akşama kadar bir sürü insanı bu haliyle görüyorsunuz. Uzmanlık konusu ne olursa olsun hiç önemli değil, kalçalar konusunda kesin otoriteler.


Olay benim açımdan da ilginç bir durum düşünsenize doktor moktor durup dururken, birkaç dakika arayla hem önden hem arkadan görüntü verdiğim bir kadınla MR memar bir oda da yalnız başımayım…


Beni bu kadar net olarak ne var, ne yok gören bir kadının gördüklerine rağmen, çığlık atmasına anlam yüklememe fırsat kalmadan girdiğim MR odasında; o doktorun gülerek işini yapmasına ayrı bir saygı duyduğumu ayrıca ve de özellikle ifade etmeliyim.


Beni yatıran ve elime ayağıma şekiller veren doktor hanım çıkan gürültüden ürkmememi ve kesinlikle kımıldamamı eğer olağanüstü bir durum olursa seslenirsem beni duyacaklarını tembihleyerek gitti. Tabi ona göre olağanüstü durumla bana göre olağanüstü durumu detaylamadan bunu yaptığı için, bu konu MR cihazına girerken beni düşündürüyordu. Bilenler bilir MR denen cihaz; acayip takırtılar çıkaran daracık bir alet. Bence kesinlikle kapalı alanlarda bulunamayanların giremeyeceği eğer girerse de anında yaygarayı çıkaracakları bir alet.


Benim gibi her ortama kolayca uyum sağlayabilen birisi için bile sıkıcı bir alet olan bu cihazın tavanına biraz büyük olsa burnumla dokunabileceğimi hesaplarken, burnuma sinek konması tamamen benim şansla olan kavgamın eseridir.


Bu durumun olağanüstü sayılıp sayılmayacağını bilemediğim için göz göze olduğum sineğe içimden benim bile ilk defa düşündüğüm küfürleri sıraladım. Ama aletten çıkan tıkırtılardan ben korkarken hiç etkilenmeyen ve o yüzden de odanın veya cihazın kadrolu elemanı olduğuna inandığım bu sineğin ya halime acıdığından dolayı ya da gözlerimdeki yalvarmadan dolayı burnumu bırakıp gitmesinin ardından bildiğim duaları sıraladım.


Giden sineğin peşinden ağıt yakmaktansa; gözümün önündeki MR’ın tavanına ekran konulsa hiç olmazsa yirmi beş dakikalık çekimde hastalar sıkılmaz gibi ulvi bir keşifte de bulundum. Çıkar çıkmaz bu keşfimi insanlık adına hastane yönetimine iletmeye ve beni sevgi gösterileri ile “tekrar bekleriz” diyerek yolcu eden doktorları ise başlangıçta gösterdikleri tepkilerinden dolayı affetmeye karar verdim.


Mustafa Sadık İNCEDEMİR


6 Ağustos 2010 Cuma

KELEBEK



Başınızın üstünde belki de hissettiği güven duygusu ile dolaşan güzeller güzeli kelebeğin seyrine doyum olmadığını bilmelerinizle birlikte içinizde sevgi ile birlikte ona dokunma isteği büyümüştür.


Siz onun güzelliğine hayranlığınızı dolu dolu yaşarken kendinizi şanslı, kendinizi uzun zaman sonra tekrar heyecanlı ve mutlu hissetmişsinizdir. Onun sanki gülümser edalarıyla etrafınızda dolaşıp kanat çırpmalarını; kalp çarpıntısı sanmalarınızda…


Onun sizi onlarca iyi, onlarca güzel insanın arasından seçmesini kendinize bir lütuf olduğunu unutup, kendinizi içinizde esen; ona dokunarak daha yakın olmanın, aslında ona sahip olmak olduğunu fısıldayan ve garip bir şekilde rahatsız eden yalancı rüzgâra kaptırmışsınızdır.


İyi duygularla, saf duygularla benliğinizi saran ona dokunabilmenin aslında onunla bir şeyler paylaşabilmek olacağını anlatan duyguların esiri olarak uzattığınız ellerinize konan güzeller güzeli kelebeğe hayran hayran bakarken, onun size konmasının sizde yarattığı hazza doyamamış olmanın isyanı ile gayri ihtiyari farkındasızlığınızla kanatlarına dokunarak güzeller güzeli kelebeğin kanatlarını kırmış ve onu hak etmediğine mecbur bırakmışsınızdır.


Siz yaptığınız hainliğin farkına varmış olmanın ezikliği ile işlediğiniz hatayı anlamış ama kelebeğin size olan güvenini lekelemiş onu kirletmişsinizdir. Temiz sandığınız kendi kirliliğinizle…


Siz onun kanatlarını kırmış olmanın kalbinizde yarattığı acıyı hissederken, elinizden bir şey gelmezlerle birlikte telaşlanmış, onun kırık kanadını tamir etmenin imkânsızlığına karşı yıkıldığınızı, yerin dibine yerleşircesine hissetmişsinizdir. Onun kırgın kanatları ile sizden uzaklara gidişini seyrederken…


Gözleriniz buğulanmış, kalbinizin ağlayan sesine eşlik edercesine o güzeller güzeli kelebeğin arkasından baka kalmışsınızdır.


Kırılan kanadı ve güvensizliği ile birlikte sizden uzaklara kaçmak isteyen kelebeğin hüznü sizde kalmış, siz o hüzünle birlikte müebbede mahkûmiyetinize başlamışsınızdır. Ona söyleyemediğiniz belki de hiç söyleyemeyeceklerinizle dolu pişmanlıklarınızla birlikte…


1 Ağustos 2010 Pazar

PAZARDAN ALIŞVERİŞ



Pazardan alışveriş yapmanın benim için, ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Kendimi normal hissedebilmem için zaman zaman yaptıklarımdan biri; oturduğum semtte kurulan semt pazarından alışveriş yapmaktır. Pazardan alışveriş yapmak herkes için alelade bir iş iken, benim için gerçekten oldukça önemlidir. Önemlidir ama sırf bunu gerçekleştirebilmek için hafta da bir kurulan semt pazarına ancak ayda bir gidebiliyorum.


Bu da işlerimin yoğunluğundan ya da alışverişi başka bir yerden hallettiğim için değil, neredeyse elli yıldır aynı yerde, aynı gün de yani Perşembe günleri kurulan semt pazarına; günleri karıştırıp Perşembe’nin dışındaki günlerde ısrarla gitmeye çalışmam yüzündendir. Böyle günler de pazaryerini boş görünce de ilk karşılaştığım kişiye suratıma hiçte yabancı olmayan şaşkın bir ifadeyle “nerede bu Pazar” diye de hesap sorarım. Doğru günü ender de olsa denk düşürdüğümde de pazar yerini bulmam zaman aldığı için pazarcılar tezgâhlarını toparlayıp gitmiş olurlar. Ve pazarda benim dışımda olanlar; pazarcıların satılma niteliğini kaybettiklerine inandıkları için geride bıraktığı ve “artık” denilebilecekleri ekonomik imkansızlıkları nedeniyle ailelerine yiyecek amacıyla toplayanlar vardır. Tabi onların bana korsan toplayıcı tarzındaki bakışlarını; genellikle her an saldıracak birer kaplan gibi hissedip ürkek ve hızlı adımlarla arkama bakmadan kaçarım.


O yüzden arada sırada olsa olağanüstü stratejik planlarımın gerçekleşmesi ya da büyük olasılıkla tesadüfler sonrasında Perşembe pazarına ulaştığımda para ve hesap konusundaki acemiliğim belli olup da kazık yemeyeyim diye önce pazardaki tüm tezgâhları tek tek dolaşarak fiyatlara bakarımki; gibi ucuz malın olduğu yerden pahalı alışveriş yapmamaya özen gösteririm.


Ancak zaten zar zor ulaşabildiğim pazarda dolaşırken zamanı unuttuğumdan dolayı alışveriş için arkamı döndüğümde; arkamda pazarın kalmadığını da görmüşlüğüm ve eve eli boş dönmüşlüğümde az değildir. Ama tüm bu beceriksizliğime ve kimsenin bunu başaracağıma inancının olmamasına rağmen, pazar alışverişini başarmışlığım da az değildir. Gerçi yarısı ezik veya çürük olan sebze ve meyveleri akşam pazarından sabah fiyatları ile alma becerisini de göstererek pazarcılar arasında bir efsane olduğumda söylentiler arasındaymış ama olsun, eve bir şeyi başarmış olmanın haklı gururu ile gitmek var ya bence hepsine değer.


Pazardan elimde sebze ve meyvelerle geldiğimde eşimin, bana bunu nasıl başardığımı sorgular tarzdaki ifadelerle bakışı ve aldıklarıma hiç bakmadan eve getirdiğim hali ile ya apartman görevlisine ya da karşı komşumuza; tanıdığım en kötü yalancı olarak kendisinin de alışveriş yaptığını, benim aldıklarımın bize fazla olduğunu o yüzden de buzdolabında koyabileceği yer kalmadığını ve ziyan olmasına gönlünün razı olmadığını söyleyerek ikram etmesine; kırılsam da bir şey demem.


Ama hem apartman görevlimizin hem de karşı komşumuzun bu ikramı kabul etmemek için direnmelerine rağmen eşimin yüzündeki ikram ifadesinin yalvarma ifadesine dönmesinden sonraki ifadesinin; kızgınlık olabileceğini bildikleri ve de hem kendi sağlıkları, hem de benim geleceğime olumsuz katkı sağlamamak için yüzlerindeki anlamsız zoraki gülüşleriyle kendilerine verilenleri aldıktan sonra çaktırmadan çöpe attıklarını, hatta çöplerin kapıcı tarafından alındıktan sonra sokakta bırakıldığı yerde zaman zaman muhtemel aç kedi ve köpeklerin bir süre kokladıktan sonra beğenmeyerek gittiklerini gördüğümde; çok bozulurum.


31 Temmuz 2010 Cumartesi

UFUKTAKİ YERİNİZ



Durduğunuz yer ufuktaki yerdir. En uçta, en uzakta ancak gönül gözü ile görülebilecek bir yerdir, durduğunuz yer.


Bir yanınız gerçeklerle birlikte belki de hayatınızda olmasını istemediğiniz birçok şeyin egemenliğini ilan ettiği ve sizi her tarafınızdan sarmış bir yaşamdır.


Diğer yanınızsa; gitmek istediğiniz, hayaliniz olanların hayali olmayı beklediğiniz, yüreğinizin “git” dediği yerdir.


O yüzden gecenin sabahla randevu saatinde olmayı istediğiniz yer; görmeyen gözlere, söylenemeyen sözlere inat, gönül gözü ile sizi görmesini istediğinizi, belki de hiç gelmeyecek olanı boşu boşuna beklediğiniz yerdir.


Hayalin gerçeği yendiği tek yer sizin durduğunuz yer, tek zamansa onu beklediğiniz, uykunun bedene zulmünün doruğa ulaştığı, günahların özgürce cirit attığı, sevdaların sevdalarını doyasıya yaşayabildiği tek zamandır.


Kimsenin bilmediği, bilmek zorunda da olmadığını yaşamayı arzu ettiğiniz; içinize yerleşen hain arzularla bir türlü söyleyemediklerinizi, gözlerine bakarak söylemek istediğinizi umutla beklediğiniz tek yerdir, durduğunuz yer.


Ufkun tüm çekiciliğini çıplaklığınıza elbise gibi giymiş; en saf, en yalın halinizle içinizi dökmek için zamanı durdurmak istediğiniz, arzularınızın bedeninizi aşarcasına çoğaldığı, tüm beklentilerinizi unuturcasına gözlerinizi kimse görmesin diye kapattığınız, dudaklarınızın utançla sınanmış hasretiyle istediğini, sessiz sarılmaların hayali ile yaşadığınızı beklediğiniz tek yerdir.


Gelmeyeceğini bilseniz bile gecenin sabaha randevu saatinde olacağınız tek yerdir.
Ufuktaki yeriniz…


23 Temmuz 2010 Cuma

TIKANMIŞSINIZDIR

Tıkandığınızı hissedersiniz. Yolsuz kalmış, ümitlerini kaybetmiş ve ne yapacağını, nasıl yapacağını bilmez bir şekilde; yalnızlığınızın en acımasız baskısını yaşıyorsunuzdur.

Ne gidecek bir kapınız, ne dönecek bir eviniz vardır. Onca tanıdık, onca yakın, onca dost arasında yetim kalmış, kimsesiz kalmış gibisinizdir. Sevgi ektiğiniz yüreğiniz; karşılığında size sadece acı vermiştir. Ve siz acıyı sahiplenerek yalnızlığınızın arkadaşı yapmışsınızdır.

Sokaklar geçmiştir yanınızdan hızla, siz olduğunuz yerde dururken. Yağmurla birlikte gelen sel sularının içinde ne ıslandığınızı, ne de yürüdüğünüzü hissedersiniz. Hayatınıza girip de çıktığını bilmeyenlere lanetlerinizde...

Karanlıklar sarmıştır etrafınızı gündüz gözüyle geceye nispet edercesine, gecenin inadına...
Ne bir ışık ne bir karaltı vardır; size yol olması bir yana yoldaş olmasını beklediğiniz. İnce ince içinizin kanadığını hissedersiniz, size yapılan haksızlıkları mecburen kabul ederken. Daralmış daralmış, varken yok olmuş gibisinizdir ama yok olmayı beceremediğinizi size yaşatanlara, adamsız adamlara mağlup olmuş, tıkandıkça tıkanmışsınızdır.
Yollar gider siz öylece dururken ayağınızın altından; yağmurun yarattığı sellere karışan gözyaşlarınızla birlikte…

Kimse görmez, kimse göremez sanırsınız bu göz yaşlarınızı, gündüz gözüyle gelen karanlık; yaşantınıza yerleşmişken...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

METRO



Daha bir sene önce almış olduğum arabamı çekişinin aniden düşmesi nedeniyle servise götürdüm. Soruna arızalı bir parçanın neden olduğunu ve garantiden o parçayı değiştireceklerini, o nedenle aracımın bir kaç saat orada kalması gerektiğini söyledikleri için, işime kendi imkanlarımla dönmem gerekiyordu.


Aldığım tüm arabalarda aynı sorunun çıkmasının bir tesadüf olmayacağını ve bu arızanın muhtemelen benim aracı aşırı yavaş kullanmamdan kaynaklandığını tahmin ettiğim için biraz da suçluluk duygusu ile bana söylenen her şeyi kabullenmiş bir şekilde servisten ayrıldım.


Aracı yavaş kullanmanın size hatırlattığı nedir bilmem ama emin olun yavaş kelimesi bile zaman zaman benim için hızlıdır. Öyle ki yolun kenarında çekirdek çitleyerek yürüyenlerin benimle aynı hızda gitmesini kabullenemeyen kızımın arabadan inmişliği ve eve yürüyerek gitmişliği çoktur. Böyle zamanlarda bizden önce eve ulaşan sevgili kızım; mesafenin uzunluğuna ve de bu uzun yürüyüşün nedense(!) onda yarattığı siniri çıkarmak için, muhtemelen sadece ellerini kullanarak domates, salatalık ve kuru soğanı parçalayarak çoban salatası yapar. Sık sık yemek zorunda kaldığım bu salata nedeniyle araba kullanma yeteneğimin servis tarafından yanlış değerlendirilerek bana arıza nedeniyle fatura çıkarılmaması için, servisten sessizce ayrıldım. İçimdeki suçluluk duygusu ile birlikte işe giderken, Kızılay’da bir süredir yapmayı ihmal ettiğim birkaç işi de bu vesile ile halledetme düşüncesi ile iki yüz metre ileride bulunan metroya doğru yola çıktım.


Metro girişinde önce bilet almak için uzattığım son yüz lirama, sonra da bana garip bir şekilde bakan görevliye; başka paramın olmadığını kanıtlamamı sağlayan gerekli yalvarmalarımdan sonra neredeyse zaferle almış olduğum bileti; turnikelerden geçmek için sokulması gereken yere soktuktan sonra açılması gereken turnikelerden geçme girişimlerim sırasında sanırım iki ya da üç metroyu kaçırmışımdır.


Çünkü bileti hangi tarafından sokarsam sokayım her seferinde çalışarak açılmış gibi çıkardığı acayip seslere aldandığım için, geçme girişimlerim sırasında aslında açılmamış olan turnikeye hızla geçirmem yüzünden uyuşan bacaklarımdaki kan dolaşımının düzelmesi için, bir süre dinlenmem gerekiyordu.


Sanki satrançta hamle yapacakmış edalarıyla belirlediğim bilet yerleştirme stratejilerime göre hareket etmeme ve bileti hangi şekilde yerleştirirsem yerleştireyim, bir türlü açılmayan turnikeyi geçebilmek için üzerinden atlayıp geçme hamlemin ne ile sonuçlanacağını düşünürken; bir öğrencinin “amca o arızalı” demesiyle son yarım saattir yanımdaki turnikelerden geçen herkesten nefret etmem bir oldu. O andan sonra bile herkesin hızla geçtiği yandaki turnikeden de ancak dördüncü hamlemde bileti doğru yerleştirdikten sonra geçebilmiştim. Demek ki bir metro bileti kullanma kültürü olmalıydı ve ben, bu kültürü ne yazık ki bilmiyordum.


Metroya girdikten sonra bana göre yabancı bir yere ilk geldiğinizdeki gibi bir tereddütle, başkalarına göre belki de mal mal sanki anlarmış gibi raylara, duvarlara, duvardaki dijital saate uzaydan gelmiş ifadelerle bakarak incelemem ilk gelen metroya binmemle son buldu.. Belki de mesai saati dışında bir saat olduğu için boş olan koltuklara oturmaktansa ayakta durup incelemelerime devam etmeyi tercih ettim.


Her yere araba ile gidip gelenlerin aslında insan denen varlıktan bir şekilde uzak kaldıklarına işte o metronun içindeki derin incelemelerim sırasında karar verdim. Çünkü yol boyunca metro ile seyahat edenleri incelemek bana farklı ve çok zevkli geldi. Düşünsenize; materyaliniz insan ve onu istediğiniz gibi rahatlıkla inceleyebiliyorsunuz. Üstelik neye baktığını bile zor anlayabilen benim gibi birisi bile başardığına göre kimseye özel bir rahatsızlık vermeden herkes bunu başarabilir.


Nitekim benim yol boyunca yolcu sayısı az olmasına rağmen, yeterince incelediğim tiplerden birisi; takım elbisesinin altına giydiği beyaz çoraplarını iki de bir çekiştiren, güneş gözlüğü ile yerin bilmem kaç kat altında yolculuk yapan ve nedenini geçtim, nasıl yaptığını bile merak ettiğim bir şekilde arada bir “şapırdatma” desem şapırdatma olmayan acayip ses çıkaran ve kendini farklı göstermeye çalışan bir adamdı. Bir başkası ise tam karşımda oturan iki de bir çantasından çıkardığı mendil gibi bir şeye burnunu gürültülü bir şekilde hım kırarak silen, silerken de bana bakıp elinde olmadan gülümseyen, esmer ve iri yarı bir kadıncağızdı. Önce bunu cazibemin üstün çekim gücüne dayanamayan nadide kadınlardan biri olarak düşünerek sevinir gibi olmuştum ki baktığı yerin direk pantolonumun açık fermuarı olduğunu fark ettiğimde; sevincim kursağımda kalmıştı. Tam ellerimi önümde birleştirerek saklamaya çalıştığım; açık fermuarımı nasıl çaktırmadan çekebilirim diye düşünürken, “son istasyon Batıkent” diye bir ses duyduğumda; bir yandan herkes inecek ve ben fermuarımı çaktırmadan kapatabileceğim diye sevinmiş, bir yandan da gideceğim yönün tam aksi yöne giden metroya binme becerisini gösterdiğimi anlamıştım.


Herkesin üç dakikada geldiği Kızılay’a, uzun süren iki yönlü yolculuklarım sonrasında yaklaşık bir saatte gelebilmiştim. ‘Bir şey ters başlayınca hep ters gider’ derler ya bu sözü eminim beni tanıyan birisi söylemiştir.


Bence bu metroyu kim işletiyorsa hemen harekete geçmeli ve biri dışındaki tüm çıkışları kapatıp, kafa karışıklığına son vermelidir. Çünkü benim gibi yön fukarası olanlar için, ya tek çıkış olmalı ya da bir görevli metrodan iner inmez elimizden tutup bizi çıkmak istediğimiz yere çıkarmalıdır. Aksi durumda metronun altında doğru çıkışı bulacağım diye sekiz tur atarak kuru kalabalık yaratmış olmazdım. O yüzden eminimki metrodaki o kalabalığın yarısı; çıkış yerini bulamayanların yarattığı kuru kalabalıktır. Yani suç biraz da bunu düşünmeyenlerin.


Ayrıca eminim ki bu metroyu yapanlar; Kızılay durağını yaparken planları da karıştırmışlar ve aynı yerleri fazladan tekrar yapmışlar. O yüzden metrodan indikten sonra çıkışı ararken, sanki geçtiğiniz yerden bir daha geçiyorsunuz ama ulaştığınız yer; her seferinde farklı oluyor. Bu garip yapılaşmadaki çıkışı bulana kadar zaten ömrünüz tükeniyor.


Anlayacağınız uzun uğraşlar sonrası Kızılay durağında bana uygun olduğuna uzun araştırmalarım sonrasında karar verdiğim çıkıştan kendimi dışarı attığımda; hala doğru yerden çıkmamış olduğumu anlamış olmama rağmen, geride kalan kalabalıktan kurtulma başarımdan dolayı mutluydum. Sanki çok önemli bir şeyi başarmış olmanın verdiği bir rahatlığın yarattığı yüzümdeki aptal gülümseme ile etrafa bakarken; çalan ve kimin aradığına bakmadan açtığım telefonumdaki ses; servise bıraktığım aracımın yapıldığını ve gelip alabileceğimi söylüyordu...


5 Temmuz 2010 Pazartesi

BOĞAZINIZA YERLEŞEN



Boğazınıza yerleşeni yutamazsınız, nefesinizi keserken sesinizi de kısar.
Söylenmesi gerekenleri söyleyemez hale gelmiş,
söylenenleri de önemsizleştirmiştir.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak hiçbir anı tekrarlanmayacaktır.
Gelecekte siz olmayacak, siz gelecekte olmayacaksınızdır.
Ne sevdalarınız sevda, ne aşklarınız aşktır artık.


Susarsınız.
Çünkü kelimeler anlamsızlaşmış, sizin yaşama karşı direnciniz tükenmiştir.
Yok olmanın üzüntüsü ruhunuzu ele geçirirken,
var olmanın dayanılmaz cazibesi sizden uzaklaşıyordur.


Ağlamak istersiniz;
hiç ağlamadığınız kadar ve tüm yaşantınıza yetecek kadar.
Peşin gözyaşları istersiniz;
yüreğinizin Tanrı’ya kırgınlığındaki umutsuzluğun gazıyla…


Sizi sizden çalan hastalığa mağlubiyetinizin kutlamalarına sessiz isyanlarınızda…


Kimsesizliğinize, arkanızdan sizi unutamayacak olanların yokluğuna sevinirken;
boğazınıza yerleşeni yutamazsınız.


Çünkü artık gidiyorsunuzdur…

11 Haziran 2010 Cuma

İŞE GİTMELERİM

Yaklaşık bir yıldır özellikle kadın arkadaşlarımında beğendiklerini ifade ettikleri hüzünlü yazılar yazıyorum ama artık arada sırada olsa esprili yazılar yazmak ve sizlere tebessüm ettirmek istiyorum. Bakalım başarabilecekmiyim.

Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü doğru olanı hemen yapmazlar daha doğrusu bir türlü yapamazlar. Mutlaka önce kimselerin uğramadığı bir yanlış durağa uğrarlar. Onlar doğruya doğru koşarlarken kendilerinden emin edaları ile kafaları yukarıda koşarken, bastıkları yeri doğru dürüst göremedikleri için, önlerine çıkan ilk çukura düşerler, ilk taşa takılırlar. Yani önlerine çıkan ilk çıkıntı ya da girinti, onlar için adeta hiç beklemedikleri bir şoktur. Çünkü onlar yaptıklarından da yapacaklarından da çok emindirler, onların hedefleri bellidir ama o hedefe nasıl gidecekleri bir muammadır.
İşte böyle tiplere en güzel örneklerden birisi de benim.


Ne yapmak istesem mutlak en zor şekilde yapıyorum. En kolay olanları en zor yapmakta ki üstün yeteneklerimin bir gün keşfedilip meşhur olacağım günü iple çekiyorum. Öyle ki herkes için nefes almak, su içmek gibi doğal, olağan hatta yapanın nasıl yaptığının farkında bile olmadığı, yaparken nasıl yaptığını hissetmediği basit şeyler; benim için anlatılmaz şekilde zor ve meşakkatlidir. Herhangi bir insanın sabah evinden çıkıp işe gitmesi; basit şehir içi yolculuğuyken, benim için labirentte peyniri arayan aptal bir fare misali acayip bir şeydir. Tesadüfen de olsa evden işe kadar hiçbir şey olmadan kolayca gelsem bile emin olun şans denen şeyin benimle yolu hiç kesişmediğinden o gün işyerinin garajı doludur. Her zaman öğlene doğru babalarının işine geliyormuş gibi işe gelen ama kimselerin de onlara neden geç geliyorsun diye sormadıklarını düşündüğüm ve garip niteleyeceğim adamlar bile, böyle günlerde işe; onlar için sabahın körü olarak nitelenebilecek saatlerde gelerek; adeta benim garaja arabamı park etme ihtimalimi başarılı bir şekilde sabote ederler. Ayrıca onların dışında da sanki o gün herkes uykusundan erken kalkıp yollara dökülmüş ve garajda bana yer bırakmamak için sanki birbirleriyle yarışarak iş yerine ulaşmışlardır. Bazı sabahlar herkes işyerine girdikten sonra benim garaj kapısından yer yok gerekçesi ile geri çevrildiğim anda içeride gizlice gülüştüklerini de düşünmedim değil.
Durum böyle olunca mecburen işyerinin etrafındaki sokakları dolaşıp boş bir kaldırım kenarı aramak zorundasınızdır. Çalıştığım işyerinde görevli yaklaşık üç yüz kişinin başından bu park arama turu yılda bir veya iki kez gerçekleşirken, ne yazık ki benim için dünya rekorlarını kıskandırırcasına süreklidir.


Sabahları işyerimin etrafındaki tüm sokakları beşer kez dolaşmama rağmen bir yer bulamadığımda ara sokaklardaki o kaldırımların kenarına park edip hiç hareket etmeyen araç sahiplerinin ne iş yaptıklarını da kıskançlık duygusu ile hep merak etmişimdir. Hayır, bazen ben park edip aracın yanından ayrıldığımda herkesin evlerinden toplu olarak çıkıp sokakları boşalttığını bile düşünmüş sırf bu düşüncelerimin doğru olup olmadığını test etmek için, bir süre biraz uzaklaştıktan sonra geri gelip arabamı bıraktığım sokaktaki diğer arabaların gidip gitmediğini kontrol etmişimdir.
Ayrıca bir gün sabah sabah yolumun polisler tarafından kesilip aynı sokakları sürekli olarak ne diye dolaştığımın sorgulanması da an meselesidir.
O yüzden işyerinin arka sokağındaki karakolun önünden her geçişimde karakolun önündeki nöbetçi polis memuru ile göz göze gelirim de kendi kendine teslim olmuş seri katil muamelesi görüp bir felaket yaşarım diye önüme bakarım. Sırf bu korkum yüzünden önüme baktığım için, karakola arabayla bodoslama girecektim de Allah’ın bir lütfu diye nitelendirdiğim bilinmez bir nedenle arabam birden durduğu için, karakola giremedim. Daha doğrusu ben kafamı önüme eğdiğimde gözlerim pantolonumda gördüğüm yağ lekesinde takılı kaldığı için, karakola girememişim.


Düşünsenize sabah sabah karakola arabayla dalan daldıktan sonraki ilk sorgumda “nöbetçi memur beni tanımasın diye başımı önüme eğmiştim” desem bir dert, “arabama park yeri arıyordum” desem başka bir dert…


O anda anlamlandıramadığım bir neden yüzünden arabamın durmasıyla başıma gelebileceklerden kurtulduğum için, direksiyonun başında müziksiz göbek atarken, cama tıklayan nöbetçi memurun sağ gözünü kırparken kafasını iki yana sallayarak “hayırdır hemşerim” uyarısı ile kendime gelmem aynı dakika içinde bilmem kaç duyguyu yaşamama neden olmuştu.


Arabamın kendi kararı ile aniden durduktan sonra tüm çabalarıma rağmen bir türlü çalışmaması sonucu çağırdığım çekici ile servise yolculuğumuz; sigortamın süresinin bitmiş olması ve sigortacımın bunu yenilemek için her sene olduğu gibi, her müşteriye yaptığı gibi, olağan bir şey gibi yapmayıp, sanki intikam duygusuyla; “para verirken o sallıyor şimdi ben de onu birkaç gün sallayayım” gibi garip mantığı yüzünden; cebimden bin iki yüz elli liranın çıkmasıyla son bulduğunda boşu boşuna göbek attığımı da anlamıştım…


Tabi karakolun önünden buna benzer acayip atraksiyonları yaşamadan da geçmişliklerim vardır. Sadece yer bulamayıp yedinci geçişim öncesi karakola yaklaşırken, nöbet değişiminin gerçekleşmiş olması için bildiğim tüm duaları rekor hızla, muhtemelen de yanlış okumuşluğumda oldukça fazladır.


Lafı uzatmanın anlamı yok öyle ya da böyle sonunda aracımı park edip bagajı açar ve iş yerine doğru yürüyüş hazırlıklarına başlarım. “Ne hazırlığı” dediğiniz de duyar gibiyim. Hemen anlatayım, benim neredeyse yarım depo benzin harcayarak bulduğum park yeri aslında evimle işyerim arasındaki güzergâhta eve daha yakın düştüğü için, bagajımda olası bu uzun yürüyüş için spor çantam daima hazırdır. O yüzden sadece araba kullanmak için giymiş gibi olduğum kösele ayakkabılarımı çıkarıp, spor ayakkabılarımı daha doğrusu alışveriş yapmayı hiç düşünmediğim bir gün; tezgâhtarın benim salak salak bir ayakkabıya nasıl böyle parlak ve garip bir pembe rengin verildiğini düşünürken beynimde yarattığım boşluktan faydalanarak piyasanın en iyi yürüyüş ayakkabısı diye deyim yerindeyse kakaladığı ayakkabıları giyer ve işe doğru hızlı yürüyüşüme başlarım.


Tabi bazen kösele ayakkabılarımı arabanın bagajında unuttuğumu ancak işyerine ulaştıktan sonraki ilk garip bakışlardan sonra anladığım için ve de bacaklarımda arabaya geri dönüp alacak kuvvet kalmadığı için, lacivert takım elbisenin altındaki pembe yürüyüş ayakkabılarımla başladığım mesainin bitmesine kadar kıyafet rezaletimin mümkün olan en az sayıda kişi tarafından görülmesini sağlamak için odamdan çıkmadığım, bu yüzden de içtiğim çayları ve suları bünyemde tutup; insan fizyolojisini zorlayarak üçte ikisi su denilen tezi çürütürcesine tuvalete gitmeden odam da masamın başında geçirdiğimde az değildir.


Tabi böyle günlerde oda arkadaşlarımın mesainin ilerleyen saatlerinde rengimin morarmasına rağmen, yüzümdeki garip gülümseme ile oturduğum yerde titremelerle gösterdiğim dans eder gibi hareketlerimden, keyfimin yerinde olduğu izlenimini edindikleri de hatıralarımda sürekli tekrarlandığı için tazedir…


24 Mayıs 2010 Pazartesi

UZAK DÜŞMÜŞSÜNÜZDÜR



Uzak düşmüşsünüzdür yıllarca el ele göz göze olduğunuzdan,
hem de nasıl bu hallere düştüğünüzü ve çözümlerini bildiğinizi sanırken.


Yük oluyordur artık her yaptığınız ona, onun; size yüklediği ağırlığını bilmezliğinde...


Sırtınızda taşıdığınız sırtında sizi taşıdığını sanıyordur,
çözümsüzlüğe saplanmış bir şekilde her şeyi kabullenmelerinizde...


Siz ona o size yabancı, yıllar ise artık ikinize de yalancı olmuştur.
O yüzden giden yıllara hiç acımazsınız,
yılların size hediye ettiği geleceğinize yönelik umutsuzluğunuzda…


Çareler aramak bile içinizden gelmez, mücadele gücünüzün felçliğini yaşarsınız,ne yapacağınızı bilmez bir şekilde adı konmamış acılarla arkadaşlığınızda...


Arkanızda kimse yoktur,
etrafınızdaki beden hırsızlarının dışında ruhunuza el uzatacak.
Yanınızda kimse yoktur, saflığınızı kendine malzeme yapmadan
gönlünüzü okşayacak.
Karşınızda kimse yoktur, belki de sizi kendinize getirecek olan
ve bildiğiniz gerçekleri yüzünüze inmiş tokat gibi size bir çırpıda hatırlatacak.


O yüzden kaybolduğunuzu hissedersiniz,
onca kalabalık arasında kimsesizliğinizi ilan etmişçesine...


Ne gidecek yeriniz, ne de hiçbir şey yapmadan kalma isteğiniz kalmıştır;
çökmüş, ezilmiş ve yok olmak üzere bir köşeye tıkılmış gibi hissettiğinizde kendinizi...


Umut tacirleri ararsınız; umutsuz gecelerinizde uykunuzu ararken,
kimselerle paylaşamadığınız isyanlarınızla bedeninizi ele geçiren arzularınız coştuğunda...


Susup, ağlamak en kolayıdır;
zor anlarınızda nefes aldırır gibi zamana ihanetinizde...


20 Mayıs 2010 Perşembe

GÜNÜN YORGUNLUKLARINDAN KAÇIŞ

Evden işe işten eve gitmeler sizi yormuş, sizi nefes alamaz hale getirmiştir.
Hep bir koşturmayla bir şeyleri yetiştirmeler sanki sizi sürekli olarak iteklemekte ve sizi hayallerinizden uzaklaştırmaktadır.


O yüzden geceler sizin için çok özeldir.
O yüzden geceler boyu; yaşanması geciken hayallerinize
geri dönmek istemezliğinizle yolculuklar yaparsınız.
O yüzden de yeni heyecanlar, yeni ümitler;
tadını bilmediğiniz huzurlu uykularınıza, hiç hatırlamadığınız rüyalarınıza saklanmıştır.


Sizi hayallerinizde aradığınız mutluluğa mahkûm eden koşturmalarınız;
sizi yoruyor ve sizi belki de canınızı acıtacak mecburiyetlere mahkum ediyordur.


Yüreğinizde besleyerek büyüttüğünüz gizli isyanlarınız;
cesaretinize inat içinizde bir yerlere saklanırken,
siz isteseniz de kimseye bir türlü söyleyemediğiniz sessiz kaybolmalarınızı,
o yorucu koşturmaların aralarına serpiştiriyorsunuzdur.


Gülen yüzünüzdeki çizgilerinizde sakladığınız heyecanınızı
önünde sonunda gerçekten fark edecek, sizin için özel birisini beklersiniz.
Siz ne aradığınızı bilmezliğinizde;
hızla hayatınızı bilinmeyene sürükleyen zamandan kaçarcasına,
hatırlayamadığınız rüyalarınızı delicesine kovalarken

onun sizi her şeyden vazgeçirip durdurmasını beklersiniz.


Durdurup elinizi, yüreğinizi
belki de başkasına ait olan bedeninizi çalmasına göz yummak istersiniz.


Sizle birlikte tüm değerlerinizi çalarken,asıl onu buna teşvik etmenin muhteşemliğine kendinizi kaptırmayı hayal edersiniz.


Siz hayallerinize bağımlılığınızda
onunla birlikte içinizi ferahlatan derin nefesinizi almak isterken.
Yaşamın size; kimsenin bilmediği, kimseye de anlatamadığınız
eziyetlerine isyanlarınızı söyletmesini istersiniz.
Bir umutla...


18 Mayıs 2010 Salı

BOĞULDUĞUNUZU HİSSEDERSİNİZ



Boğulduğunuzu hissedersiniz
bir zamanlar sizin için hayatın anlamı olanın esip gürlemeleri sırasında…


Hiç hak etmediğinizi neredeyse hak etmişsiniz gibi size ballandırarak anlattığında;
çene kemiklerinizin sızladığını hissedersiniz.
Binlerce cevabınız olmasına rağmen susmayı tercih ettiğiniz kabullenmeleriniz sırasında…


Son noktadır aslında hissettikleriniz.
İsyanınızı, öfkenizi bahane ederek yüreğinizi sıkar gibi sizi sarmalaması…
Neye kızacağınızı, niye başkaldıracağınızı şaşırırsınız.
Hangi birinden başlayacağınızı bilemediğiniz, saçmalıkların başınıza kakılmalarında…


Siz tüm hoşgörünüzle attığınız adımları tekrarlarken,
sizsizliği tüm ruhsuzluğu ile yüzünüze çarpan artık yanınızda değildir.
Siz tüm eğilmelerinizi, tüm hoş görmelerinizi unutmaya razıyken,
o vurdumduymaz edaları ile sizi zaten unutmuştur.


Hissedersiniz, bittiğini hissedersiniz.
Giden yüreklerin geri gelmeyeceğini bildiğiniz halde
yaşamınızın bir bölümünü ele geçireni silemezsiniz.
Yapamazsınız yalnız gecelere geri dönmeyi göze almayı.
Yapamazsınız tüm boğulmalarınıza,
tüm benliğinizi kötü hissetmelerinize rağmen, çıkıp gitmeyi…


Çünkü siz, zayıf olduğunuzu bilirsiniz.
Çünkü siz, onsuz bir hiç olduğunuza inanmışsınızdır.
Onun sizi zaten bir hiç olarak gördüğünü bilmezliğinizde…


Çünkü siz, hak etmediğinizi bilmenize rağmen bildiklerinize sarılmayı beceremezsiniz.
Çünkü siz, sizi ele geçirende kalmış ama nerede kaldığınız unutmuşsunuzdur.


O yüzden de boğulduğunuzu hissedersiniz.
Kimseye söyleyemediğiniz yalnızlığınıza mahkûmiyetinizi kabullenmelerinizde…


12 Mayıs 2010 Çarşamba

ELVEDA



Telefondaki ses sizi sizden almıştır.


Eski anılarınızda saklı kalan ama yüreğinizdeki sıcaklığını hep hissettirmiş olanın,yıllar önce nedensiz ayrı düştüğünüzün artık olmadığını
ve yalnız başına öldüğünü söylemiştir.
Ölürken de en son sizin isminizi söylediğini
içinizi, ruhunuzu perişan edercesine size söylemiştir.


Telefonu kapattığınızda sizin için o gün bitmişken
belli belirsiz titremelerinizle başlattığınız hıçkırarak ağlama isteğinizle
her şeyi, herkesi unuturcasına onunla ve ona ait anılarınızla yalnız kalmak istersiniz.


Çok “içim acıdı” demişliğiniz olmuştur ama hiç böyle acımamıştır.
Hiç içinizin gözyaşlarınızı kıskandırırcasına ağladığı olmamıştır.


Yıllarca en içten duygularınızla “seviyorum” dediğiniz;
sizi terk etmesine ve tüm unutmaya çalışmalarınıza rağmen,
yüreğinizde hiç sönmeyen ve hep sıcak duran külleriyle
baş başa bıraktığı sevgisiyle sizi bir ömür hayallerinize mahkûm eden
artık hayatınızda değildir.
“Seviyorum” derken ayrı düştüğünüz artık hayatta değildir.


Hayatınızın bir döneminde her şeyiniz olan,
bundan sonra isteseniz de hiçbir şeyiniz olamayacaktır.
Ayrılırken son kez tuttuğu ve
vazgeçtiğini söylediği sevgisi ile bıraktığı ellerinize gider gözleriniz.
Ve hiç gözünüzden gitmeyeni tekrar hatırlarsınız.
Küllerin alevlendirdiği yüreğinizi hatırladığınız gibi…


Yaşadığınız inanılmazdır.
Ellerinizde ellerinin sıcaklığını tıpkı geçmişte olduğu gibi
çok net bir şekilde hissedersiniz.
Bedeninizi aniden saran ama daha önce hiç tanışmadığınız titremeyle
kendinizi tutamaz koyuverirsiniz.
Hıçkırıklar size yakışmış, siz gözyaşlarınıza hiç yakışmamışsınızdır.


Hiçbir şey söylemek istemezsiniz
zaten söylenecek hiçbir şey kalmadığı gibi söylenecek olanda artık yoktur.
İçinizde yıllarca gizliden gizliye beslediğiniz her şey
son durak olarak elinizdeki sıcaklığa yerleşmiştir.


Ellerinize bakarsınız, gözyaşlarınızın düştüğü ellerinize…
Gözünüzde eski bir dostunuzun, eski bir aşkınızın
çok özlediğiniz sevgisiyle gülümsediği yüzü,
dilinizde ise sizi terk ederken söylediği
ama sizin ona bir türlü söyleyemediğiniz tek kelimelik vedanız vardır.


“Elveda…”



2 Mayıs 2010 Pazar

DENİZDEN UZAK YAŞAYIP DENİZE KAVUŞANLAR



Denizden uzak yaşayanlar için deniz kenarında yalnız başlarına oturarak
denizi ve ufku seyretmek;
çok güzel olmanın ötesinde, çok da özeldir de...


Bu özel zamanlarda ruhlarının rahatladığını,
günlük streslerinden arındıklarını an be an hissederler.
Onlar bunu fırsat bilerek;
yılların verdiği tüm gereksiz ağır yüklerini gözleri ile denize akıtır ve denize karıştırırlar.


Onlar için deniz; deniz kenarında yaşayanlardan çok daha anlamlı olduğu için,
hemen hemen hepsinin hayallerinde deniz kenarlarında bir yerlerde
hayatlarının sonuna kadar denizi seyrederek yaşamak vardır.


Bunu bu hayallerini her zaman her yerde söylerler ama yaparlar mı,
hayallerindeki gibi yaşayabilirler mi bilinmez.


Tıpkı kavuşma hayali ile yılları hızla eksilten sevdalıların;
aşklarını doyasıya yaşayabildikleri kısıtlı ve özel anlarda
en derinlerinde hissettikleri gibi...


Tıpkı yıllarca uzak kaldıkları;
doğdukları yerlerden, sevdikleri yerlerden, yakınlarından,
memleket havasından kısacası gurbet mecburiyetlerinden
geçici kurtulanların memleketlerini kokladıkları gibi...


Tıpkı evlat kokusunu,
hasretlerini bitirircesine içine çekerek yaşadığını hisseden
anneler gibi hissederler;
denizden uzak yaşayıp da arada bir denize kavuşan, denize karışanlar...


Şehrin güzelliği değil, denizle sarılmaları onları onlardan alır.


En katı denilen insanları bile erittiğini hissettiren;
denizin rüzgarla dansına aşık yüreklerin sahipleridir onlar...

28 Nisan 2010 Çarşamba

GECEYE İHANETTİR

Geceye ihanettir aslında şehirlerin gelişmişlik göstergeleri denilen ışıkları.
Geceye, gizeme ve onlarda saklı olanlara ihanettir.


Aydınlatırken gizlediklerini kimse bilemez ama
karanlık gecelerin şaşalı aydınlıklarında saklananların
bilinmeyen, sorgulanmayan gizemli karanlıkları çok farklıdır.
O karanlıklarda her şeyi gizleyebilir, her şeyi yok edebilirsiniz ama
geceye taşan içinizdekileri, hiçbir şekilde kendinizden saklayamazsınız.


Bilmezliklerin saklı olduğu karanlıklar korkutur ve kaçırır.
O yüzden de insanlar aydınlıklara kaçarlar,
her şey görünsün ama kendileri o görüntü karmaşası içinde kaybolabilsinler diye...


Başkaları görmeyince içlerindeki pisliklerin temizlendiğini ve
böyle temizlenerek hafızalarının kirli yalnızlıklarında unutulacaklarını sanırlar.


Kimsenin masum olmadığı dünyada;
masum rollerin sergilendiği tiyatroların dekorlarıdır gecenin ışıkları...


Belki oynayanların bile ne oynadıklarını bilmezliklerinin sergilendiği
ve masumiyetlerin kirlendiği gecelere ihanettir şehrin ışıkları...



15 Nisan 2010 Perşembe

ÇARESİZ UMUTLARLA

Yalancı umutlarla güne başlarsanız,
geceden uykusuz hayallerinizle yoğrulmuş bir ruh haliyle…

Beceriksizlikleriniz, çaresizlikleriniz o gün sona erecek ve sanki yeniden,
her şeye yeni baştan başlayacakmış gibisinizdir.

Bir gün önceki aynıları bir gün öncede unutmuş olarak,
hayatınıza yerleşmiş çaresiz umutlarınız
ı geride bırakmış olarak…

Yalancı güne yalancı duygularla başlarsınız,
gerçekleri gecenin ıssızlığında öldürdüğünüzü sanarak…
Kendinizi kandırmanın muhteşem zevkinin doruklarına alıştığınızda;
o zevkle bağımlılığınızda anlarsınız…
Ve yeni günde; sanki eskisinden farklı bir insan gibi
ama aynı şeyleri, her zaman yaptıklarınızı yaparsınız.

Günle birlikte gelen huzurunuza ve beklentilerinize ilk engel, sizi size getirmemişse; çok gecikmeyecek olan ikinci sorun sizi yalancı umutlarınızla birlikte kendinize getirir.
Ve siz gerçeği bilmem kaçıncı kez yaşayarak öğrenir,
hayatın gariplerinden biri olduğunuz için,
yine kendi kendinize ve hiç görmediğiniz şansınıza kahredersiniz...

Gün sizi ezip geçerek geceye ulaştığında;
enkaza dönmüş umutlarınızı tamir etmek için eve getirirsiniz.

Kimseye söyleyemedikleriniz, kimseye ulaştıramadıklarınızla süslediğiniz
rüyalarınıza sarılmanın mecburiyeti ile birlikte...

9 Nisan 2010 Cuma

VEDALAŞMADAN GİDENLER

Vedalaşmadan gidenler vardır hayatınızda, belki isteyerek belki de istemeyerek.

Kızgınlığınız olmuştur gittiği andan itibaren giderek çoğalan bir şekilde
neden sorusuna binlerce cevaplarınız varken
ama onun cevabını, onun çaresizliğini bilmeden.

Kabullenmek istemediğiniz ayrılıklar olmuştur,
içinizi acıtan ve acısını hiç unutmadığınız ayrılıklardır onlar.
İstenmeyen ayrılıklar, zorunlu ayrılıklardır bu ayrılıklar ölüm gibi...

Vedalaşamamanın iç dünyanıza verdiği ince sızının her yıl büyüyerek arttığı,
beklenenin unutulduğu o yüzdende beklenmedik olan ölümlerdir, o ölümler.
Sağlam duruşunuzun altında yüreğinizin sağlam duramadığı ama
yıkıldığını belli etmediği nedensiz ölümlerdir, o ölümler...

Geçmişi, paylaşılanları sorgulamaktan vazgeçmişken,
birlikteliğin tadını yeni yeni öğrenmeye başlamışken,
her şeyi kaybetmeye neden olan ölümlerdir, o ölümler...

Sessiz bir şekilde;
kim bilir hangi son hayalin eşliğinde gerçekleşen vedasız gidişlere neden olan, belki de gidenin veda ettiğini bile hiç öğrenemeyeceğiniz ölümlerdir, o ölümler.

Kimi geceler sizi ziyaret eden
geçmişin tozlu anılarına tutunmuş, vedalaşamadığınızın bakışlarıdır, size o ayrılık anını tekrar hatırlatan ölümlerdir, o ölümler...

İçinizde söndüğünü sandığınız ateşi alevlendiren anılara isyanınızdır,
vedalaşamadığınız o ölümler.

Bazen geç kaldığınız için kendinize olan kızgınlığınızı tetikleyen,
birlikte paylaşılanların tadını doyasıya hissetmekte neden geç kaldık sorularını
sürekli hatırlatan ölümlerdir, o ölümler...

Sizi sizle yalnız bırakan, sizi anılara mahkum eden,
vedalaşamadığınız ölümlerdir, o ölümler...

8 Nisan 2010 Perşembe

DOĞUM GÜNÜ KUTLAMASI

Sabaha “merhaba” derken içiniz;
gelen yeni günün anlamı içindeki anlamsızlıkları bilir gibidir.

Yalnız uyumaların hediyesi;
yalnız uyanmalarla birlikte hayatınıza renk veren
sahte dostlukları, sahte gülücükleri görebilmek,
belki de önceden sezinleyebilmektir.

Herkesin olduğu gibi sizinde kendinizi kimsesiz hissettiğiniz anlar vardır
ama bugün hepsinden daha fazla hissedersiniz kimsesizliğinizi,
herkesten ve her şeyden ne kadar uzak olduğunuzu...
Tüm umutların umutsuzluklarla birlikte yaşam bulduğunu sananların nasıl yanıldığını, yaşayarak öğrenmişliğin acımsı tadıyla...

Bugünün diğer günlerden farkı;
sahte gülücüklerin sahtekarlıklarını aşarcasına size sevgi göstermeleridir.

Oysa bilirsiniz hepsi ne kadar yakın olsalar da,
ne kadar gönlünüzde yer alsalar da akşamları hayatınızdan çıkacaklardır.
Tüm sevdikleriniz, tüm değer verdikleriniz ya da tüm “dostum” dedikleriniz
giden günle birlikte kaybolacak, gecenin karanlığı ile birlikte yok olacaklardır.

Siz yalnızlığınızın tadını çıkardığınız günlere inat, yalnızlığınıza küserken; elinizdeki kadehin ilk yudumu ile son yudumunda da aynı şeyi söylersiniz.Herkesten daha içten, herkesten daha samimi,
herkesten daha içi dolu bir şekilde...
Doğum günüm kutlu olsun...” dersiniz.

Kendi doğum gününü, kendi kendine kutlamanın anlam dolu yalnızlığını yaşayarak,sessiz duvarlara yerleşmiş binlerce ölü umutların arasında, elinizdeki kadehin hem her şeyin sebebi,
hem de her şeyden kurtuluşu olduğunu düşünerek...

Uykuyla dalganızı geçerek yol aldığınız gecenin sabaha yolculuğunda;
yalnızlığınız sona ererken, gözleri gözlerinizin önüne gelir.

O gözler;
vedalaşamadığınız, binlerce sözün söylenemedikleri için sizde yetim kaldığı,
geçen yıllarla birlikte içinizdeki yokluğu artan,
onunla mutlu yaşanmışların azlığının verdiği acı ile ağladığınızın, gözleridir...

O gözler;
söylenmedik sözlerin bir daha hiç söylenemeyeceği,
bir daha hiç göremeyeceğiniz, asla unutmayacağınız ve
içinizde bir ömür sürecek yaranın sahibi olan gözlerdir.

O gözler;
kimsesiz yatağında yılların büyüttüğü yalnızlığı ile
doğum gününüzü kutlarcasına sessizce hayata veda eden babanızın gözleridir.

2 Nisan 2010 Cuma

HAYATINIZIN LÜZUMSUZLARI

Hayatınızın lüzumsuzları vardır.

Ne kadar lüzumlu, ne kadar önemli olduklarını hiç düşünmeyen,
düşünselerde yanlış ve eksik düşünenlerdir onlar.
Ama bilmezler...

Olmazsa olmaz sanırlar kendilerini sizin yaşantınız için.
Oysa onlar; sizin için lüzumsuzdurlar, vazgeçilmesi kolay olan,
hatta belki de en gerekli olanlardır.

Lüzumundan fazla yaşantınıza yerleşmiş,
lüzumundan fazla yaşantınızı yönlendirmiş olanlardır.

Aslında hadlerini bilmez hadsizler olarak,
kibirli dünyalarının zavallılarıdır onlar.
Ama bilmezler...

Sorun, onlardan kurtulma isteğinizin azlığı ya da çokluğudur.
Sorun, onları hayatınızdan çıkarma kararını verebilme yeteneğinizdir.
Sorun, vazgeçebilmeyi bilip bilmediğinizdir.

Ne zaman siz sessiz isyanlarınıza eşlik edersiniz,
ne zaman yeter demeyi, hayırlarınızla süslersiniz,
ne zaman lüzumsuz olduklarını onlara hissettirir ve söylersiniz.

O zaman anlarlar sizdeki yok oluşlarını,
o zaman anlarlar geri dönüşlerinin olmadığını,
o zaman anlarlar aslında onların değil sizin onlar için gerekli
ve onların hayatının canlı ve ana rengi olduğunuzu...

O zaman anlarlar kaybettiklerinin kendileri için önemini ve tabiî ki
kendilerinin aslında ne kadar lüzumsuz olduklarını...

1 Nisan 2010 Perşembe

HAYATINIZIN GARDİYANLARI

Size hayatı zorlaştıranlar, aslında hayatınızı ele geçirmiş olanlardır.
Farkında bile değilsinizdir.


Farkındalığınız size yük olduklarıdır,
farkındalığınız; yaşantınızın mutsuzlukla arkadaş zamanlarının sahipleri olduklarıdır.


Onlara teslim olduğunuzu bilmezsiniz, onlara muhtaç olduğunuza inandıklarını bilirsiniz. Onlardan ayrı düşmenin hapisten kurtuluş olduğunu bilirsiniz bilirsinizde;
onların hayatınızın gardiyanları olduklarını bilmezsiniz.


Sevgi açlığınızın gözcüleridir onlar.
Sevgisizlikle, ilgisizlikle yalnızlığınızın nedenleriyken;
sizi siz olmaktan çıkaran mecburiyetlere mahkûm edenlerdir onlar.
Ama bilmezler.


Size ne yaptıklarını bilmedikleri gibi aksine sizi vefasızlık etiketiyle baş başa bırakırlar.
Siz sizliği hissetmesini beklerken,
siz onsuzluğa yolculuğunuzda hızlanmak istersiniz.
Siz gerçeklerle size hayatı zorlaştıranlarla yüzleşmelerinizden kaçarken,
siz sevgiyi, aşkı nedensiz yaşamak isteyenlere tüm evetsizliğinizle “hayır” derken.
Sizin bir gülüşlerine muhtaçlığınızı bin yolla anlattığınız;
anlamazlıkları kendilerine eş seçmiş,
sizi unuttuğunuz duyguların hayaline yerleştirmişlerdir.

Ama bilmezler.


Mahkûm zamanlarınızı kıymetsizleştirenler, sizi sizden alanlar;
alıp kendi dünyalarının dar kazanlarında eriterek yok edecek olanlardır.
Onlar bilmez ama siz bilirsiniz.
Bildiğinizde sizi acıtır,
bildiğinizde yüreğinize hiç sönmeyecek yangınları yerleştirir.
Söndür sürdürebilirsen...


31 Mart 2010 Çarşamba

EVİMİN DİREĞİ DEDİĞİNİZ

“Evimin direği” dediğiniz, yüreğinizin ortasını delip geçmiştir,
ihanetin mayhoş tadı için...
Gittiğini bile söylemeden gitmiştir yüreğinizden ve evinizden,
siz sadakatin enginliğine ev sahipliği yaparken...

Ömrünüzün son gününü hediye etmek istediğiniz, ömrünüzü alıp gitmiştir,
ne yaptığını bile bilmeden...

İsyan edersiniz ama isyanınız ona değil kendinize, kendi inanmışlığınızın saflığınadır. İçinizin yandığını, ne yapsanız da asla sönmeyeceğini bilirsiniz.
Çünkü siz terk edilmenin kalleş tuzaklarına yenilmiş, teslim olmuşsunuzdur.

Giden gelse bile fayda etmez artık.
Çünkü yakalandığınız unutamama hastalığının çaresizliğinde
bundan sonra kendinizi hep ezik, hep itilmiş, hep kötü hissedeceksinizdir.

Kabullenememenin sessiz haykırışlarında kaybolursunuz;
yaşamdan ve sizi yaşama bağlayanlarla birlikte...

Suskunluğunuz suç, isyanınız yanlıştır;
bolca ahkam kesenler, yaşamadıkları acının tadını bilmezler açısından.

Umurunuzda olmadıklarını bile bile sizi teselli edenler türer etrafınızda,
umurunuzda olan ortalarda yokken.

Yalnızlığınızın korkuları ile misilleme duygusunu hissedersiniz içinizde
tüm değerlerinizi yok edercesine...
Olmaz yapamazsınız;
hamurunuz sizi misillemeye değil, sessizliğe mahkum etmiştir.
Hem de bir ömür...

O yüzden ağlarsınız, kimselerin olmadığı yalnız gözlerinizdeki umutsuzluklarla birlikte...

26 Mart 2010 Cuma

O KÜSMELER

İç dünyalarında neler yaşandığı bilinmeyen; sevdalarını, kavgalarını
belki de gereksiz bir şekilde içlerinde büyüttükleri için küsen insanlar vardır.

Gururun ateşlediği yüreklerin isyanıdır,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Başka gözleri, başka yürekleri bencilce sahiplenmelerinin yanılgıları ile yüzleşmeleridir,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Arkadaşlıkları dostluk, dostlukları bağımlılık boyutunda olduğunun imasıdır,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Kardeşliklerinin candanlığı,
can verip can istemeyecek kadar büyüklüğünün göstergesidir,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Çocuk yüreklerini sahiplenen anne babalara;
yüreklerde hiç solmayacaklarının ispatıdır,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Yaşlı yüreklerin genç kıpırdanışlarıdır,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Ömürlük sevdaların günlük olaylara mağlubiyetinin ezikliğidir,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Günlük olayların ömürlük sevdaları yıprattığının suskunluğudur,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Tercih edilmemenin tercih edilene isyanıdır,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Sevginin arzuya yenilgisidir,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Sevgisiz kaldığına inananların;
sevgi dağıtan yumuşak yüzlere sırtını dönmesidir,
o küsmeler.
Ama söyleyemezler.

Çünkü küstür.
Çünkü üzgündür.

24 Mart 2010 Çarşamba

KIRDIĞINIZ KENDİNİZDİR

Bazı günler, öyle anları öyle beklemediğiniz anlarda yaşarız ki
ne geri dönüşü olur ne de ileri gidişi...

En sevdiğim dediğinizi “en sevmediğim” dediğiniz uğruna yok sayabilirsiniz.
Uğruna göze aldıklarınızın kırıntılarına muhtaç olanı en öne alır,
vazgeçilmez dediğinize vazgeçildiğini hissettirirsiniz.
Hem de önemsiz bir neden yüzünden, hem de konu bile olması abes olan bir şey için...

Hayatınızı verdiğinizin, sevginizi çağlayan yaptığınızın;
sizce anlamsız ricaları ile kırgınlıklar yaratmasınadır kızgınlığınız, isyanınız.

Oysa ona hissettirdikleriniz; önemli olanın başkasının kırılmaması olduğudur.
Anlayamazsınız.
Tamiri kolay olanın vazgeçilebilir olduğudur ona hissettirdikleriniz.
Anlayamazsınız.

Oysa arkası dönülen tercih edilmediğini anlamıştır.
Siz bilmezsiniz ama o başka gönülleri kırmamak için kırıldığını bilir.

Giderken herkese dağıttığınız cebindeki mavi boncuklarınız bitmez ama
o mavi boncuklara renk vereni,
o mavi boncuklara yaşam vereni,
o mavi boncuklara önem vereni yalnızlığı ve gönül kırgınlığı ile baş başa bırakırsınız.

Kıracağınızı da bilirsiniz bilirsiniz ama gene de bir hiç uğruna
o kalbi kırmaktan vazgeçemezsiniz.
Bilirsiniz bilirsiniz ama gene de geri dönmezsiniz yalancı nezaketinizden.
Bilirsiniz bilirsiniz ama bilerek yaptığınızın ne kadar yaraladığını,
ne kadar yıprattığını bilemez, anlayamazsınız.

Kırdığınız evladınız, kırdığınız anne veya babanız, kırdığınız sevdiğiniz zannedersiniz.
Oysa kırdığınız kendinizdir.
Kendi yüreğiniz ve kendi sevdanızdır.


23 Mart 2010 Salı

GÜNEŞİN DENİZLE DANSININ MÜZİSYENİSİNİZDİR



Her tarafınızın sarıldığını hissettiğiniz zamanlardır.
Ruhunuzu ezen, sizi bunalımlara karıştıran sarılmalardır;
bu sarılmalar.


Ne tarafa dönseniz karşınıza çıkan, ne tarafa kaçsanız sizi yakalayan sorunlardır;bu sarılmalar.


Umutlarınız bile kuşatılmış ve onlara ulaşmanız engellenmiştir.
Öyle hissedersiniz.
Öyle sıkılmış öyle bunalmışsınızdır.


İşte böyle bir anınızda; içtenlikle ve sevgiyle size gülümseyen bir yüz,
güneşin denizi okşayarak size yolculuğunu yüzünüzde hissettirerek ruhunuza ulaşan hafif bir rüzgar gibidir.



Size her şeyi unutturan;
umursamazlık duygusunun biran bile olsa size “merhaba” demesi gibidir,
sizi etrafınızdakilerden kurtaran.


Her şey anlamını yitirmiş, her şey anlamsızlaşmışken hissedersiniz
bu yoğun huzur dalgalarını...


Kendinizi koy vermiş, kendinizi fark etmişsiniz ve rahatlamışsınızdır.
Birkaç dakika, birkaç saat, belki birkaç gün yalnızca kendinizle olurken,
etrafınızdakileri terk eder ve terk edebilmenin zevkini yaşarsınız.


Güneşin dalgalarla size getirdiği huzur gemisinin; sizi içine aldığını hissedersiniz.
Yaşamın dalgalı halinden kaçarken;
asla beklemediğiniz bir anda dalgalarla muhteşem dansınız başlamıştır.
Sanki sevgili ile romantik bir dans gibi, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi,
sanki nereye gidildiği belli olmayan bir yolculuk sırasında
unutulmuşluğun kahramanı olmuş gibi...


Yaşantınıza ve size hükmeden her şeye “dur” demiş,
yaşam frenine sonuna kadar basmış gibisinizdir.
Yaşantınızda bir şeyler durulurken hep beklenen, hep hayal edilen;
yüzünüze esen rüzgarla harekete geçmiş ve neredeyse size tamamen hükmetmiştir.


Siz artık huzurun içinde, siz artık güneşin denizle dansının tek müzisyenisinizdir.
Çaldığınız notalar yalnızca size ve sonsuzluğunuza aittir.
Gözlerinizi kapatıp daha önce hiç duyulmayan ve bir daha da hiç duyulmayacak bu müziği dinlersiniz.


Umutlanmaya bile ihtiyaç hissetmediğiniz bir huzurla...


22 Mart 2010 Pazartesi

ÇARESİZKEN

Çok istersiniz ama çok istemenizin yetersizliğini de
bu isteğinizle birlikte dolu dolu yaşarsınız.
Yetersizliğinizi anlarsınız...

Elden bir şey gelmezler yaşantınıza hâkim olmuş ve siz
tüm isyanlarınıza rağmen onlara teslim olmuşsunuzdur.
İşte bu çaresizlik, bu bir şey yapamamak, bu teslimiyet;
içinizin acısını doyasıya yaşamanıza neden olur.

Böyle zamanlarda umut etmek bile çok gelir,
bindiğiniz umursamazlık treninde umut etmek
sizi bu çaresizlik ve bu teslimiyetten hiçbir şekilde kurtaramaz.

Hayatınıza yerleşmiş olan imkânsızlıklar içinde siz;
beterin beteri var avuntusuna can simidi olarak sarılır ve
kendinizi, çaresizliğinizi, isyanlarınızı kurtarırsınız.
Daha doğrusu kurtardığınızı sanırsınız.

Yeni çaresizlikler, yeni elden bir şey gelmezlerle karşılaşana kadar...

Çok gecikmez; çaresizlik yağmuru ile şemsiyesiz karşılaşmanız.
Çünkü elden bir şey gelmezler sizi sevmiştir.
Çünkü çaresizlikler sizinle olmaktan mutludur.

Çünkü siz hak ediyorsunuzdur.
Yağmurda ıslanmayı ve iliklerinize kadar ıslanırken;
ellerinizle buğulu gözlerinizin yaşlı olmasını...

16 Mart 2010 Salı

GELGİTLER



Yıllar değil yaşananlar genç yaşında bezginliği yaşatıp, yormuştur seni...
“En sevdiğim” dediğin, sadece yüreğini değil,
yaşantını, geleceğini, umutlarını verdiğin yormuştur seni...


Sen kaçtıkça sorunlar katlanarak peşine düşmüş,
sen kovalarken hayallerinle beslenenler doludizgin yola çıkmıştır.
Kısmetsiz hissedersin kendini, sorgusuz sualsiz hem de...


Günler ayları aylar yılları farkındasızlığınla çoğaltırken,
anlamsız bağımlılıkların seni senden almış ama geriye getirmemiştir.
Bilirsin, hissedersin ama sorgulayamazsın...


Aklında yaşamına, düzenine aykırı gel gitler varken;
geçmişi unutup geleceği sadıklaştırmak istersin.
İstersin ama cesaretine güvenemezsin.


Bileklerindeki sorumluluklarla dolu bağımlılıklarım adını verdiğin
paslı zincirleri kırmak istersin, kıramazsın.
Çünkü zincirin bir ucu sendedir diğer ucunda onlarca neden...


Nedensiz kalmak, özgürce koşmak istersin kalbine hükmedene,
hükmetmesini istediğine...
Yıllar öncesi unuttuğun sevda oyunlarına geri dönmeyi beklersin
ama bir türlü dönemezsin.
Oyunbozanlar çoktur çünkü yaşantında...


Yaşamdan seni bezdirenlere mahkûm hissedersin kendini ve ağlarsın,
gözyaşların özgür olsun diye...


13 Mart 2010 Cumartesi

YILLAR GİDERKEN GELENE



Yıllar çekip giderken o gelmiştir, geldiğini bilmeden.


Unuttuğunuz duyguları; gecenin yıldızlarını yalnızlığınıza getirdiği gibi
hayatınıza getirdiğini bilmeden.


Yılların yorgunluğu ile uyuyan bedeninizi, sabahın ilk ışıkları ile tanıştırdığını bilmeden.


Yılların gittiğine değil, giden yıllara eşlik ettiğiniz isyanınızı bilmeden.


Onca kirli bedenlerin arasında, onca kirli ruhlar arasında,
onca hain bakışların arasında ezilen benliğinize sahip çıktığını bilmeden.


Söylemek istersiniz, söyleyemezsiniz.
Çünkü büyü bozulsun istemezsiniz.


Her şeyi unutup, her düzeni yıkıp her şeyi söylemek istersiniz, söyleyemezsiniz.


Çünkü düzen odur, her şey odur sanki...


“Her şey sensin, sen her şeysin” diyerek gözlerine akmak istersiniz ama
bir türlü akamazsınız.


Çünkü yaşam nedeniz olmuş gözler, size küssün istemezsiniz.


12 Mart 2010 Cuma

GÜVENSİZLİK AŞKI ÖLDÜRÜR DERLER

“Güvensizlik aşkı öldürür” derler.
İyi de bu söz ne kadar doğru onu söyleyen, onu sorgulayan var mı?

Zaten insanlar birbirine güvenmiyorsa;
ilişkinin adı ne olursa olsun bitmeye mahkûmdur.

İster delicesine bir aşk yaşayın, isterseniz büyük bir şirketin hisselerini paylaşın;güven duymadığınız kardeşiniz olsa kaç yazar.
Kardeşlik, dostluk, sevda kalır mı?
Kalmaz.

Peki güvensizlik nasıl oluşuyor?
Tüm ilişkilerin dibine dinamit koyan, tüm ilişkileri içten içe yıkan güvensizlik,
nasıl oluşuyor?

İlişkilerin rengi, adı ne olursa olsun o ilişkide netlik, paylaşım tam manası ile yoksa o ilişki de güvensizlik her zaman var olur.

Paylaşım güvensizliğin tek ve en güçlü ilacıdır.
Paylaştıkça kötüden arınır, paylaştıkça iyiye doğru yol alırsınız.
O yol, bazı paylaşımlarınızda size, ilişkilere sorun çıkarsa bile sonu daima iyidir.
Sonu nettir.
Sonu bilinir.
Bu yüzden büyük olasılıkla sürprizlerle karşılaşmazsınız.

Ne zaman birisiyle paylaşımınız azalırsa anlayın ki
o ilişkiniz sizden uzaklara doğru yola çıkmış, çıktığını da size belli etmiştir.
Sadece siz anlayamamışsınızdır.

Bunda suçlu güvensizlik değildir.
Suçlu paylaş(a)mamaktır.
Suçlu paylaşılmayanlardır.
Suçlu özgürlüğün gizemli tadını saklamaktır.

Suçlu sensindir...

11 Mart 2010 Perşembe

SEN SENDE

Dilinin ucundadır ama bir türlü söyleyemezsin.
Çünkü siyahla beyaz gibi farklı ama nettir, sözünün öncesi ile sonrası...
Bitmeyen yalnızlığında;
sözünle birlikte çizginin öbür yanına gitmeye için gider,
kendini zor zapt edersin ya da zapt ettiğini sanırsın.

Çizginin öbür yanı çok caziptir neler olduğunun farkına bile varmazken çeker seni “tüm olumsuz, tüm kötüleri bırak” der gibi.
Sadece bir adım atman yeterdir.
Sadece bir hamle ile sanki bir anda başka âleme gidecekmiş gibisindir.
Ama gidemezsin.
Sanki ayakların olduğun yere yapışmıştır.
Kımıldayamazsın.

İçin içini yer gene de yapamazsın.
Yüreğin “durma” derken, mantığın “nereye” diyordur.
Yüreğini dinlemek istersin, istediğini de bilirsin ama bir türlü yapamazsın.
Çünkü sen yetmezsin, istemen de yetmez.

Bir el istersin, bir güç, bir kanat, bir yürek, bir bakış istersin.
O elin seni çizginin öbür yanına çekmesini istersin.
Arkandan, paçalarından tutan onca şeye rağmen,
direncini kırsın istersin o yüreğin.
Erimek istersin, zorunlu sessizliğini gören gözlerde...
Olmaz, bir türlü olmaz.
Çünkü yoktur, o gözler.
Çünkü yoktur, o eller.

Yalnızlığın saatsizliğinde kaybolmuşluğuna son vermek istersin, ama pusulan yoktur.
Yapamazsın...

Güneşe koşmak istersin, ama gecen bitmemiştir.
Zaten bitmeyecek gibidir.

Hasretinle mücadelen kolaydır da gitmek zordur.
Çok zordur.

Kayıplarında umutlanmak için bir el istersin,
nereden geldiği değil, nasıl geldiği önemli olan.

Bir yürek istersin, hesapsız, kitapsız belki de bildik.
Ama yoktur, olmayacaktır.

Mahkumiyetini bilirsin için acır.
Bu umutsuzluklar içinde çizginin öte tarafından kaçarken;
yaşantına, sessizliğine, kimsesizliğine geri dönersin.

Dönersin ama gözlerin karşıda, yüreğin karşıda...
Sen sendesindir...

2 Mart 2010 Salı

ISSIZ KADINLAR



Issız adam diyenler nedense ıssız kadınlardan hiç bahsetmezler.
Oysa emin olun onlar ıssız adamlardan daha çoklardır.


Affetme duygusunun tüm diğer duygularını bastırmasıyla;
kendilerine karşı en acımasız erkekleri,
en adamsız yürekleri bile affetmezler mi?


Onlar sevgi ile nefes alan özel kadınlardır.
Onlar kalplerinde hiç beklemedikleri bir anda doğan sevgilerini yalnız başlarına büyütürler.
Çünkü güçlüdür ıssız kadınlar.
Öyle güçlüdürler ki terk edilmişlik veya yok sayılmalar
onları çok üzer, yıkar, perişan eder ama yine de yok edemez.


Onlar en ufak heyecanlarını asla unutmazlar.
Unutmadıkları gibi onlara dayanarak yeni hayaller kurarlar.


Issız kadınlar etraflarındaki kalabalıklara rağmen yalnızdırlar.
En sevildikleri, sevgiyi en yoğun yaşadıkları anda bile
terk edilme, aldatılma duygusunu içlerinde barındırırlar
ve o duygular onların yalnızlıklarının tek arkadaşıdır.


Kimse bilmez ama onların kalplerinde;
kimsenin giremediği, giremeyeceği ıssız bir yer vardır.


Onlar o ıssızlıklarında; tüm isyanlarının, tüm duygularının saf halini beslerler.
Her şeyi unutur, her şeyi hatırlarlar ama o ıssızlıklarında yaşananları kimse ile paylaşmazlar.


Onlar sevgiye aç geldikleri dünyada sevgiye hiç doymamış olarak yaşarlar.
Ve öyle ölürler.
Çünkü onlar ıssız kadınlardır...


Belki kendilerinin bile bilemediği; yalnızlıkların onlara can verdiği,
yalnızlıkların onlara umut verdiği, yalnızlıkların onları hayata bağladığıdır.
Çünkü onlar ıssızlardır.


Hiçbir erkek, göremez bu ıssızlıklarını, kalplerinde sakladıkları o ıssız yeri...
Hiçbir erkek, istese de keşfedemez bilinmezlerinde saklı o ıssızlığı...
Çünkü onlar ıssız kadınlardır.


Onlar, o ıssız kadınlar; aslında bizim sandığımız bazı özel kadınlardır.
Ama asla bizim değillerdir.
Hiçbir zamanda olmayacaklardır.
Olmazlar.
Çünkü onlar ıssızdırlar.
Çünkü onların yüreklerinde kimsenin bilmediği ıssız bir yer vardır.


1 Mart 2010 Pazartesi

YOLCU

Yanınızda yatan hayatı paylaştığınız, sevgiliniz,
ömürlük sevdanız olması bir yana; artık yolcudur.
Ve siz onu yolcu edensinizdir.
Bunu bilirsiniz.
Ve bu size ağır gelir, çok ağır gelir.

Saati unuttuğunuz gecenin sabaha ulaştığı,
ağaran günün ilk ışıklarının geceyi ve kapalı perdeleri delip geçercesine
odanıza misafir olduğu andır, o an...
Ve yorgun gözlerinizi ayırmadan baktığınızdır, o yolcu...

Bir ömür birlikte olmak istediğiniz;
istediğinizi yerine getirmiş ve ömrünü sizle tüketmiştir.

Hayatı paylaştığınız,
artık bu paylaşımdan istemeden, belki de bilmeden ayrılıyordur.

Siz kaybettiğinizi bilirsiniz.
Bilir ve acınızı bile doyasıya yaşayamadığınızı hissederek, içinize gömersiniz.

Hayatı paylaştığınız gözlerinizin önünde ölüyordur.
Yakalandığı hastalık onu sizden alıyordur.

Ona belli etmeden ağladığınız geceler bitmek üzere,
Onsuzluk; artık yılların biriktirdiklerini sizden alıp götürmek üzere
yaşantınıza gelmek üzeredir.

Onsuzluğu kabullenmeseniz bile düşünmüşsünüzdür geceler boyu.
Onsuzluğa alışmak istememişsinizdir inkârla geçen günler boyu.
Onsuzlukla mücadele etmek için,
yıllar boyu bakmadığınız şekilde bakıyorsunuzdur,
ona ve hiç unutmayacağınız gözlerine...

İçinizdeki sevginin bu kadar yoğun olduğunu öğrenmek,
belki de acı vermiştir size...
Gün ağarırken mırıldandığınız “Seni seviyorum keşke sana doyabilseydim” sözlerinizle ulaşırsınız ömürlük sevdanıza...
Yanınızda yatan solgun ve yorgun yolcuya...

O an sevgiyi, aşkı, sadakati hiç hissetmediğiniz kadar yoğun hissettiğiniz
belki de tek ve özel bir andır.
Çünkü o anda yanınızdaki hayatı birlikte sürüklediğiniz yolcu;
kısık, yorgun ama dolu dolu “keşke” demiştir.
Yanağından akan son gözyaşıyla birlikte...

Yolcu gitmiştir.
Size armağanı geceler boyu yalnız olmadığınızı son sözü ile göstererek...

27 Şubat 2010 Cumartesi

BAZI ŞARKILAR VARDIR



Bazı şarkılar vardır birden bire içinizde doğarlar.
Her dinlediğinizde sizi sizden alır ve götürür, gitmek istediğiniz yüreğe...
O yürek bilmez, o yürek hissetmez ama siz o yüreğe ulaşmış,
hatta oraya ev sahibinin haberi bile olmadan yerleşmişsinizdir.
Öyle hissedersiniz.
Öyle yoğun hissedersiniz ki şarkı sizi söyler, siz şarkıyı söyler olmuşsunuzdur.
Öyle yoğun hissedersiniz ki kimsenin olmadığı yerlerde
avaz avaz bağırarak söylediğiniz ya da söylemek istediğiniz o şarkı;
kalabalıklar arasında yüreğinizden söylenir olmuştur.
Hem de tüm gücüyle, hem de olabildiğince yüksek...


Bazı geceler uykunuza engel olur nağmeler,
uyku tutmaz, misafir gittiğiniz yüreği düşünmekten.
Uyku tutmaz, uyku tutanları düşünmekten.
Uyku tutmaz, sevdanın rahatsız edici tadını hissetmekten...


Bazı geceler aniden uykunuzu böler;
hiç durmadan yüreğinizde söylediğiniz o şarkı.
Rüyanıza girmiş, yatağınıza girmiştir aşina nağmeler...
Her kelimesinde ayrı bir heyecan hissettiğiniz, sizi sizden alıp giden o şarkı...


İlginç olan uyandığınızda;
o derin ve belirsiz yerdeki uykunuzdan ani dönüşünüzde
şarkının kaldığın yerden devam etmesidir.
Anlam veremediğiniz binlerce şeyin içinde o kadar yalın o kadar güzeldir ki...
Uyanmışsınızdır ama sanki rüyada gibisinizdir.
Çünkü şarkınız çalıyordur gecenin bir vakti...
Nedensiz şaşkın ve mutlusunuzdur.


Şarkı sizi uyandırmış, şarkı sizi gerçekten hissetmeye çağırmıştır.
Öyle yoğun, öyle güçlüdür nağmelerin sizde etkisi...
Hiç susmadan durmaksızın tekrar tekrar çalar o şarkı...
Sizi öylesine sarmalar öylesine sahiplenir ki yapacak bir şey yoktur.
Teslim olursunuz o şarkıya...


Duygularınıza, yaşadıklarınıza, öfkenize hâkim olabilir
ama şarkıyı susturamazsınız.
Size garip gelir...


Susturmak istersiniz ama susmaz.
İnsan yüreğinin sesine engel olabilir mi dercesine sesini yükselterek
içinizde çalar, içinizde söylenir o şarkı...


25 Şubat 2010 Perşembe

YAŞAMA GRİ



Bezen yazmak istemezsiniz tıpkı yemek yemek istemediğiniz gibi.
Tıpkı kimseyi görmek istemediğiniz gibi.
Tıpkı yerinizden kalkmak istemediğiniz gibi.
Çünkü bir tuhaf hissedersiniz kendinizi.
Ne yorgun, ne enerji dolu.
Ne sinirli, ne sakin.
Ne mutlu, ne mutsuz.
Ne siyah, ne beyaz.
Sadece grisinizdir.
Her şeye gri, yaşama gri...


İçinizde bir his vardır, bir türlü adını koyamazsınız ya da koymak istemezsiniz.
Bilinmezler içinde kendinizi şaşkın ve kötü hissedersiniz.
O yüzden grisinizdir.
Her şeye gri, yaşama gri...


Her şeyin normal olduğu zamandır oysa...
Her şeyin iyi gittiği, her şeyin anlamlaştığını düşündüğünüz bir zamandır oysa...
Kötü gibidir içiniz ama sadece gibidir.
Çünkü bilemezsiniz, bilinmezler arasında şaşkınsınızdır.
Öyle hissedersiniz.
Çünkü grisinizdir.
Her şeye gri, yaşama gri...


Ne bir adım atmak, ne de size karşı bir adım atılsın istersiniz.
İyiyi de istemezsiniz, kötüyü de istemezsiniz.
Çünkü içiniz istemez.
İçinizin şaşkınlığı sarmıştır sizi ve öyle kalmak istersiniz.
Şaşkın ve yalnız...


Bir yandan gizlemek istersiniz içinizin bu griliğini,
bir yandan da söylemeden, belli etmeden anlaşılmak istersiniz.
Böyle ölçersiniz belki de size olan sevdaları...
Arada gider gelir ama bir türlü hangisi doğru bilemezsiniz.
Çünkü şaşkınsınızdır
Çünkü grisinizdir.
Her şeye gri, yaşama gri...


18 Şubat 2010 Perşembe

YOLCUSUNDUR



Yolcusundur, yolcu olduğunu bilirsin ama unutmuşsundur.
Neye yolculuk, kime yolculuk, niye yolculuk bilmezsin.


Bazen karlı, bazen güneşli, bazen de yağmurludur;
yolculuğun sırasında döndüğün dönemeçlerden sonra karşına çıkan hava...


Islanırsın, her zerrende hissedersin üstüne üstüne gelenlere karşı olan acizliğini,çaresizce teslimiyetini...
Islandığını sanırsın; yağmur gibi yağan mecburiyetlerinde...
Yağmurda ıslanmaya, yağmurda arınmaya, yağmurda temizliğe muhtaçlığında...
Islanırsın, kalleşçe tenine izinsiz dokunuşlarda, farkındasız akan gözyaşlarında...


Umut edersin, en umutsuz günlerin sabahında gelebileceğini umduğun
güneşli günlerin beklentisinde...
Umut beslersin, mahkûm olduğun sessizliğin içinde;
duyuramadığın haykırışlarında...


Bilmezsin güneş gibi hayatına doğanların,
aslında kalleş gecelerle ortak olduğunu.
Bilmezsin, hayatının ışığı sandıklarının,
seni mecbur ettikleri karanlığa yol gösterdiklerini.
Bilmezsin, tüm sevecenliğinle tüm sıcaklığınla sarıldığın,
ömürlük sevdalarının üstüne yağan karları...


Zaman her şeyin ilacı sanırsın.
Oysa zaman seni kandırıp, bitmez sandığın sevdalarını senden alıp götürür.
Farkına bile varmazsın.
Varamazsın.


Bilemezsin, yanında olmak isteyen ama sana ulaşamayan rüzgârları.
Her mevsimi yaşarsın, yaşatırsında kime ne mevsimleri yaşattığını
hiç bilemezsin.
Bilemezsin, yalnız kalplerde yalnız yaşadığını...


Duymazsın.
Çünkü söylemezler, söyleyemezler......