10 Temmuz 2010 Cumartesi

METRO



Daha bir sene önce almış olduğum arabamı çekişinin aniden düşmesi nedeniyle servise götürdüm. Soruna arızalı bir parçanın neden olduğunu ve garantiden o parçayı değiştireceklerini, o nedenle aracımın bir kaç saat orada kalması gerektiğini söyledikleri için, işime kendi imkanlarımla dönmem gerekiyordu.


Aldığım tüm arabalarda aynı sorunun çıkmasının bir tesadüf olmayacağını ve bu arızanın muhtemelen benim aracı aşırı yavaş kullanmamdan kaynaklandığını tahmin ettiğim için biraz da suçluluk duygusu ile bana söylenen her şeyi kabullenmiş bir şekilde servisten ayrıldım.


Aracı yavaş kullanmanın size hatırlattığı nedir bilmem ama emin olun yavaş kelimesi bile zaman zaman benim için hızlıdır. Öyle ki yolun kenarında çekirdek çitleyerek yürüyenlerin benimle aynı hızda gitmesini kabullenemeyen kızımın arabadan inmişliği ve eve yürüyerek gitmişliği çoktur. Böyle zamanlarda bizden önce eve ulaşan sevgili kızım; mesafenin uzunluğuna ve de bu uzun yürüyüşün nedense(!) onda yarattığı siniri çıkarmak için, muhtemelen sadece ellerini kullanarak domates, salatalık ve kuru soğanı parçalayarak çoban salatası yapar. Sık sık yemek zorunda kaldığım bu salata nedeniyle araba kullanma yeteneğimin servis tarafından yanlış değerlendirilerek bana arıza nedeniyle fatura çıkarılmaması için, servisten sessizce ayrıldım. İçimdeki suçluluk duygusu ile birlikte işe giderken, Kızılay’da bir süredir yapmayı ihmal ettiğim birkaç işi de bu vesile ile halledetme düşüncesi ile iki yüz metre ileride bulunan metroya doğru yola çıktım.


Metro girişinde önce bilet almak için uzattığım son yüz lirama, sonra da bana garip bir şekilde bakan görevliye; başka paramın olmadığını kanıtlamamı sağlayan gerekli yalvarmalarımdan sonra neredeyse zaferle almış olduğum bileti; turnikelerden geçmek için sokulması gereken yere soktuktan sonra açılması gereken turnikelerden geçme girişimlerim sırasında sanırım iki ya da üç metroyu kaçırmışımdır.


Çünkü bileti hangi tarafından sokarsam sokayım her seferinde çalışarak açılmış gibi çıkardığı acayip seslere aldandığım için, geçme girişimlerim sırasında aslında açılmamış olan turnikeye hızla geçirmem yüzünden uyuşan bacaklarımdaki kan dolaşımının düzelmesi için, bir süre dinlenmem gerekiyordu.


Sanki satrançta hamle yapacakmış edalarıyla belirlediğim bilet yerleştirme stratejilerime göre hareket etmeme ve bileti hangi şekilde yerleştirirsem yerleştireyim, bir türlü açılmayan turnikeyi geçebilmek için üzerinden atlayıp geçme hamlemin ne ile sonuçlanacağını düşünürken; bir öğrencinin “amca o arızalı” demesiyle son yarım saattir yanımdaki turnikelerden geçen herkesten nefret etmem bir oldu. O andan sonra bile herkesin hızla geçtiği yandaki turnikeden de ancak dördüncü hamlemde bileti doğru yerleştirdikten sonra geçebilmiştim. Demek ki bir metro bileti kullanma kültürü olmalıydı ve ben, bu kültürü ne yazık ki bilmiyordum.


Metroya girdikten sonra bana göre yabancı bir yere ilk geldiğinizdeki gibi bir tereddütle, başkalarına göre belki de mal mal sanki anlarmış gibi raylara, duvarlara, duvardaki dijital saate uzaydan gelmiş ifadelerle bakarak incelemem ilk gelen metroya binmemle son buldu.. Belki de mesai saati dışında bir saat olduğu için boş olan koltuklara oturmaktansa ayakta durup incelemelerime devam etmeyi tercih ettim.


Her yere araba ile gidip gelenlerin aslında insan denen varlıktan bir şekilde uzak kaldıklarına işte o metronun içindeki derin incelemelerim sırasında karar verdim. Çünkü yol boyunca metro ile seyahat edenleri incelemek bana farklı ve çok zevkli geldi. Düşünsenize; materyaliniz insan ve onu istediğiniz gibi rahatlıkla inceleyebiliyorsunuz. Üstelik neye baktığını bile zor anlayabilen benim gibi birisi bile başardığına göre kimseye özel bir rahatsızlık vermeden herkes bunu başarabilir.


Nitekim benim yol boyunca yolcu sayısı az olmasına rağmen, yeterince incelediğim tiplerden birisi; takım elbisesinin altına giydiği beyaz çoraplarını iki de bir çekiştiren, güneş gözlüğü ile yerin bilmem kaç kat altında yolculuk yapan ve nedenini geçtim, nasıl yaptığını bile merak ettiğim bir şekilde arada bir “şapırdatma” desem şapırdatma olmayan acayip ses çıkaran ve kendini farklı göstermeye çalışan bir adamdı. Bir başkası ise tam karşımda oturan iki de bir çantasından çıkardığı mendil gibi bir şeye burnunu gürültülü bir şekilde hım kırarak silen, silerken de bana bakıp elinde olmadan gülümseyen, esmer ve iri yarı bir kadıncağızdı. Önce bunu cazibemin üstün çekim gücüne dayanamayan nadide kadınlardan biri olarak düşünerek sevinir gibi olmuştum ki baktığı yerin direk pantolonumun açık fermuarı olduğunu fark ettiğimde; sevincim kursağımda kalmıştı. Tam ellerimi önümde birleştirerek saklamaya çalıştığım; açık fermuarımı nasıl çaktırmadan çekebilirim diye düşünürken, “son istasyon Batıkent” diye bir ses duyduğumda; bir yandan herkes inecek ve ben fermuarımı çaktırmadan kapatabileceğim diye sevinmiş, bir yandan da gideceğim yönün tam aksi yöne giden metroya binme becerisini gösterdiğimi anlamıştım.


Herkesin üç dakikada geldiği Kızılay’a, uzun süren iki yönlü yolculuklarım sonrasında yaklaşık bir saatte gelebilmiştim. ‘Bir şey ters başlayınca hep ters gider’ derler ya bu sözü eminim beni tanıyan birisi söylemiştir.


Bence bu metroyu kim işletiyorsa hemen harekete geçmeli ve biri dışındaki tüm çıkışları kapatıp, kafa karışıklığına son vermelidir. Çünkü benim gibi yön fukarası olanlar için, ya tek çıkış olmalı ya da bir görevli metrodan iner inmez elimizden tutup bizi çıkmak istediğimiz yere çıkarmalıdır. Aksi durumda metronun altında doğru çıkışı bulacağım diye sekiz tur atarak kuru kalabalık yaratmış olmazdım. O yüzden eminimki metrodaki o kalabalığın yarısı; çıkış yerini bulamayanların yarattığı kuru kalabalıktır. Yani suç biraz da bunu düşünmeyenlerin.


Ayrıca eminim ki bu metroyu yapanlar; Kızılay durağını yaparken planları da karıştırmışlar ve aynı yerleri fazladan tekrar yapmışlar. O yüzden metrodan indikten sonra çıkışı ararken, sanki geçtiğiniz yerden bir daha geçiyorsunuz ama ulaştığınız yer; her seferinde farklı oluyor. Bu garip yapılaşmadaki çıkışı bulana kadar zaten ömrünüz tükeniyor.


Anlayacağınız uzun uğraşlar sonrası Kızılay durağında bana uygun olduğuna uzun araştırmalarım sonrasında karar verdiğim çıkıştan kendimi dışarı attığımda; hala doğru yerden çıkmamış olduğumu anlamış olmama rağmen, geride kalan kalabalıktan kurtulma başarımdan dolayı mutluydum. Sanki çok önemli bir şeyi başarmış olmanın verdiği bir rahatlığın yarattığı yüzümdeki aptal gülümseme ile etrafa bakarken; çalan ve kimin aradığına bakmadan açtığım telefonumdaki ses; servise bıraktığım aracımın yapıldığını ve gelip alabileceğimi söylüyordu...


5 Temmuz 2010 Pazartesi

BOĞAZINIZA YERLEŞEN



Boğazınıza yerleşeni yutamazsınız, nefesinizi keserken sesinizi de kısar.
Söylenmesi gerekenleri söyleyemez hale gelmiş,
söylenenleri de önemsizleştirmiştir.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak hiçbir anı tekrarlanmayacaktır.
Gelecekte siz olmayacak, siz gelecekte olmayacaksınızdır.
Ne sevdalarınız sevda, ne aşklarınız aşktır artık.


Susarsınız.
Çünkü kelimeler anlamsızlaşmış, sizin yaşama karşı direnciniz tükenmiştir.
Yok olmanın üzüntüsü ruhunuzu ele geçirirken,
var olmanın dayanılmaz cazibesi sizden uzaklaşıyordur.


Ağlamak istersiniz;
hiç ağlamadığınız kadar ve tüm yaşantınıza yetecek kadar.
Peşin gözyaşları istersiniz;
yüreğinizin Tanrı’ya kırgınlığındaki umutsuzluğun gazıyla…


Sizi sizden çalan hastalığa mağlubiyetinizin kutlamalarına sessiz isyanlarınızda…


Kimsesizliğinize, arkanızdan sizi unutamayacak olanların yokluğuna sevinirken;
boğazınıza yerleşeni yutamazsınız.


Çünkü artık gidiyorsunuzdur…