31 Ocak 2012 Salı

ELMADAĞ

Geçen hafta Pazar günü; yönetiminde olduğum halk oyunları derneğinin üyeleri ile birlikte Elmadağ’a kar pikniğine gittik. Sözde grubun liderliğini yapıyoruz ya kelimenin tam anlamı ile tam gününü seçmişiz.
Öyle bir gün ki sabahın erken saatinden itibaren Ankara’da yağan kardan dolayı göz gözü görmüyordu.

Dolayısı ile millet evinden bir türlü gelemediği için, yola da neredeyse iki saat gecikmeli olarak çıkabilmiştik.

Öyle ya da böyle sonuç olarak gecikmeli de olsa yola koyulabildik. Mangal için gerekli olanları önceden almıştık ama yolda mangala eşlik edeceklerin de alınması gerekiyordu.

Bu yüzden yolların aşırı kötü olması nedeniyle durunca kalkmanın sorun almayacağı düz bir yerdeki marketi şoföre işaret edip, otobüsü marketin önünde durdurdum.

Alışveriş için otobüsü durdurduğum marketin tesadüfen dernek üyelerinden bir arkadaşımızın teyzesine ait olması; o arkadaşın hiçbir dahli olmadan gerçekleştiği için, birkaç kişi bu tesadüfü şansla ilişkilendirip, seyahatimizin güzel geçeceğine yormuştuk.

Alışverişten sonra Elmadağ yakınlarındaki ilk yokuşta otobüs; “kusura bakmayın ben zincirsiz bir metre bile gitmem” dediğinde o arkadaşlarımın öngörülerinin ne derece tutarlı olduğunu da anlamış oldum.

Normalde bizden bir şey isteyecekler diye kıçlarını kaldırıp, iş yapmaktan çekinen, korkan genç delikanlıların; şoförün bir el atalım sözünden sonra canı gönülden otobüsün arkasına geçmelerini; genç jenerasyonda bilmediğimiz bir anlamı var mı diye merak etmedim de değil.

Ancak otobüsümüz bırakın ileri gitmeyi, itenlere inat geri geri gidiyordu. Sonuç olarak benim üstün ikna yeteneğime gerek kalmadan şoför kendi kendine zincir takmaya başlamıştı. “Zincir” dediysem hemen aklınıza; normal araba zincirleri falan gelmesin, bizim otobüsün zinciri; muhtemelen zincirlikten emekliye ayrılmış ama ayrıldığını henüz şoföre anlatamamış haldeydi.

Uzun uğraşlar sonrası zincir takma operasyonu tamamlanınca; gönül rahatlığı ile yolculuğumuza devam edeceğimizi düşündüğüm için, içimden “oh” der demez; ardından hemen “hay demez olayım” dedim.

Çünkü otobüs zincire rağmen gitmemekte ısrar ediyor ve yerinde durarak; sanki rampada dans ediyordu. Ben ne yapacağız şimdi diye düşünmeye başlamadan, otobüsteki genç nesil yine gönüllü bir şekilde “itelim” diyerek otobüsten inince; bunda kesin bir iş var düşüncesiyle gayri ihtiyari ben de otobüsten indim.
Hayır, bunların bu kadar gönüllü olmalarında bir bok vardı da neydi bilmek lazım değil mi ama…

Değilmiş efendim.
Bu tamamen bizim genç neslimizin mallığındanmış.
Bizde onlara uyduk ve mecburen otobüse el attık. Sanki yarım saattir yerinden oynamayan, oynamamak için her türlü figürü yapan otobüs ben elimi değer değmez gazlayıp, uzaklaşmaz mı?
Tabi şoför son yarım saatte çektiği rezilliği bir daha çekmemek için tam gaz gazladı gitti. Ben ve alınmasınlar ama yezitler; zincirin kopan parçası ile yokuşun dibinde kaldık.

Yokuş öyle bir yokuş ki yaz günü şortla yürüseniz; verdiğiniz kaloriler diyet yapanları kıskançlıktan çatlatır. Ama yapacak bir şey yok mecburen “tabanvay sağ olsun” diyerek yürüdük.

O gün Elmadağ’a gidip kayak yapanların bacakları inanın benim bacaklarım kadar ağrımamıştır. Artık siz yokuşu düşünün. Bir de sanki kutuplara gidiyormuş gibi giyindiğimiz için resmen soğukta terden eridik.

Bize on kilometre gibi gelen yaklaşık bir kilometrelik yokuş sırasında bölge insanın nasıl yaratıcı olduğunu da yerinde tespit ettik. Resmen orada kendilerini malkoçoğlu sanıp, atla bize nispet eden adamlar vardı.
Bir yandan “kendim ettim kendim buldum” diyorum, bir yandan da dilim bir karış dışarıda atın üstünde oynaşan herifçioğullarına sinirleniyordum.

Neyse efendim muhtemelen adam başı göbek bölgelerimizden bir mangallık fazlalıklarımızı verdikten sonra otobüse kavuştuk ve yolculuğumuza devam ettik. Ettik etmesine de Elmadağ’a gelince kayak merkezine çıkmadan yollar kapalı olduğu için bu sefer mecburen durduk. Ki zaten bizim kar pikniği yapacağımız yerin kayak merkezi ile hiç alakası olmadığını da işte o anda öğrendik.

“Elmadağ benden sorulur” diyerek bizi gaza getiren dernek yönetiminden bir arkadaşımızın malum gazı ile tam sömestr tatilinin başladığı hafta sonu oraya gittiğimiz için mecburen arkadaşımızın “ayarladım” dediği dağ evine gidecektik.

Ama dağ evinin yolu araçlara kapandığı için mecburen yürümemiz gerekiyordu. Haliyle elimizde yükler başladık yürümeye ama elli yüz metre sonra araçlara kapanmış olan yol; insan evladına da kapanmıştı.
Görmediğimiz bilmediğimiz dağ evine gitmek için yolumuz bile kalmamıştı. Anlayacağınız şaşkın ördekler sürüsü gibiydik.

Biz ne yapacağımıza karar verme aşamasındayken, nereden çıktığını tespit edemediğimiz ve neredeyse buzağı büyüklüğünde bir köpek yardımımıza yetişti.

Önce yanımıza kadar gelip bizi bir süzdükten sonra halden anlarmış edalarıyla ekibin önüne geçti ve yürümeye başladı. Buraların köpeği olduğuna göre vardır bir bildiği diye bizde peşinden…
Test edildi; mallık bulaşıcıymış…

Yolu olmayan karla kaplı arazide köpeğin yürüdüğü yerlere basarak yürümenin bile ne kadar zor olduğunu işte bu yürüyüş sırasında düşe kalka anladık.
Tabi yaklaşık yüz metre sonra etrafımızdaki köpeklerin sayısı bir anda on küsura çıkınca; Yusuf Yusuf türküsünü grup olarak söylemeye başlamıştık.

Düşünsenize köpek olduğu konusunda ciddi şahitler gereken dev bir köpek geliyor, sizi alıp boş bir arazide peşine takıp götürüyor.

Ortalıkta in yok, cin yok üstüne kırk kişi mal gibi köpeğin arkasından tıpış tıpış yürüyorduk. Sanki o çoban köpeği bizde kesilmeye götürülen kuzulardık.
Sonra bir anda etrafınızda it sürüsü…
Hem vallahi, hem de billahi köpekler resmen normal köpeklerin iki misli gibiler.

Yani bu köpekler; hep beraber bizi yeseler; kar kalkana kadar kimse bizden en ufak bir iz bulamaz. Resmen kendi ayağımızla kendi ecelimize yolculuğa gelmiş gibi sessizce yürüyorduk.

Oysa onlar tamamen iyi niyetli olarak bizi yolun bittiği yerden alıp, gideceğimiz dağ evine kadar getirdiler. “Dağ evi” dediysem hayalinize eziyet etmeyin sakın. İki odadan oluşan barakamsı bir yerdi yani.
Bütün köy bir araya gelip, yemin etse; oranın dağ evi olduğuna kendileri bile inanmazlar.
O derece yani.

“Dağ evi” dediğin şömine ile ısınır ve sizi ayrı bir ambiyansa sokar, sizde keyfinizin sefasını sürersiniz değil mi?
Değil efendim.
Bizim yakma hatasında bulunduğumuz şöminemiz; bizi ambiyastan çıkaran cinstendi. O yüzdende kırk kişi şöminenin dumanının nispeten ulaşamadığı diğer odaya geçerek, hep bir arada ısındık.

Ki zaten o ortamda ısınmamak mümkün değildi.
Çünkü bulunduğumuz oda; kalabalık yüzünden mesai saatlerindeki belediye otobüsü gibiydi. Hal böyle olunca; bizim delikanlıların nedensiz gevşek gevşek gülmelerini anlamadığım gibi pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı gibi geldi bana…
O yüzden de mangalı yakmak için grubun yarısını dağ evinin bahçesine çıkardım.

Neyse efendim Allahtan akşama kadar burada anlatmaya değecek kadar ilginç bir şey olmadı.
Tabi dönüşte herkesi önden gönderdikten sonra elalem dağ evine ayı girip, çıkmış demesin diye dostum Nevzat ile ortalığı toparlayıp, arkada kalmamız hariç.
Çünkü ortalığı toplamamız o kadar sürmüş ki yola çıktığımızda ne ayak izi vardı, ne da başka bir şey.
Yağan karı düşünün artık.

Bir de yağan kar yetmezmiş gibi önümüzü doğru dürüst göremeyeceğimiz yoğunlukta sis ve onlarca köpek vardı.

Yani Elmadağ; Elmadağ olalı gelenlere böyle zulüm hissettirmemiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder