3 Şubat 2012 Cuma

KARDA ÖLENLER

Siz; evinizde sıcak gecelerinizin keyfini sürerken bilin ki dışarıda, o dışarının hain soğuğunda; soğuktan kuytu köşelere saklanarak kurtulmaya çalışanlar vardır.

Bilin ki o kuytu köşelerdeki soğuk; onların canlarına kastedecek kadar içlerine işlemiştir ama çaresizlik içinde yapacak başka bir şeyleri yoktur.
Onlar; o anı yaşamak ve ne yazık ki yaşadıklarını hissetmek zorundadırlar.

Gecenin karanlığındaki herkese düşman gölgeler; aslında onların yalnız gecelerinin arkadaşlarıdır ama kuytuları mesken edinmiş acımasız soğuk; gölgelerle arkadaşlıklarını da yoldan çıkarmış ve yerine içlerinden atamadıkları sinsi korkuları yerleştirmiştir.

Bir yandan soğukla mücadele ederken, bir yandan da gecenin sabaha yolculuğunda zaman ilerledikçe açlık onları arkalarından vurmuş ve güçlerini, dirençlerini onlardan almıştır.

Artık onlar; muhtaçlığın son noktasını mecburen öğrenirken, aynı zamanda yalnız ve eziktirler. Her şeyden önemlisi; artık onlar ne yazık ki yaşamla kaybetme olasılıkları yüksek bir savaşa başlamışlardır.

Onlar; insanlığın ne olduğunu düşünerek vakit kaybetmekten hatta belki vicdanınızdan vazgeçmişliğinizle gecenin bir yarısı pencerenizden baktığınızda göremeyeceğiniz yalnızlardır.

Onlar; aç olduklarından haberiniz olmayan ama açlıktan ölmek üzere olan yegâne insan dostlarıdır. Az sonra belki de açlıktan ölecek olan dostlar.

Yani siz; sıcak evinizde otururken ya da yorganınızın altında uyurken, onlar; mahallenizdeki sizin asla bilmediğiniz kuytu bir köşede aç olarak soğuktan donarak ölmek üzere olan hayvanlardır.

Onlar; ölürken üstlerine soğuk yağan, karda ölenlerdir.

2 Şubat 2012 Perşembe

NEVZAT ELMADAĞ’DA

Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğimiz; dernek ile Elmadağ’a kar pikniği seyahatimizle ilgili yazdığım ve 31 Ocak günü yayınladığım yazımın sonunda; “dağ evi” denilen yerden herkesi otobüse gönderdikten sonra Nevzat adındaki arkadaşımla kısa metraj kaybolma ihtimalimizden bahsetmiştim.

Size okurken belki de şaka gelen o anda inanın bize şaka gelmiyordu. Hele bir de Nevzat ile birlikte benim gibi şansla; komşuluğu sürekli hissetmesine rağmen bir türlü denk düşürüp karşılaşamayan birisi bu ortamda kaldıysa, emin olun şaka kaka bile olabilir.

Nevzat’ı bilmezsiniz ama kendisi; benim “neredeyse yüzeli yıllık arkadaşım” desem yeridir.
Hiç “çüş” falan demeyin cidden öyle…

Aslına bakarsanız bu yüzeli yıl meselesi sadece ikimiz için değil, dernek bünyesindeki bazı dostlar arasında cidden geçerlidir. Çünkü biz parmak hesabı otuz yıldır görüşsek bile dostluğumuzun ederi; görüşme sıklığımız ve paylaşımımızın çokluğu açısından bizce yüz ellidir.

Dolayısı ile “Nevzat yüz elli yıllık arkadaşlarımdandır” diyorsam, bilin ki bizim açımızdan bu söz doğrudur.
En azından bence…

Madem Nevzat’tan bahsetmeye başladık; affına sığınarak, kendisini Elmadağ seyahatiyle ilişkilendirerek az biraz anlatalım.

Öncelikle bilmeniz gereken; Nevzat ile seyahatler kesinlikle çok keyiflidir. Öyle ki onunla gerçekleştirdiğimiz seyahatler; şimdiye kadar kesinlikle gülme garantili seyahatler olmuştur.
Aslında biraz ticari zekâm olsa; ben bu Nevzat’ı öyle bir pazarlarım ki “benim” diyen tacirler bile bize takılıp para kazanırlar.

Tabi bunun yani seyahatlerde gülmenin belli şartları vardır. Öncelikle ortamdan Nevzat keyif almalıdır. Yoksa suratsızlığı seyahat boyunca sizi sizden alır.
O derece yani…
Bu bilgiye dayanarak Nevzat üzerinden para kazanmaya heveslenenlere duyurulur. Yani anlayacağınız öyle çok kolay adamda değildir.

Kendileri ile ilgili yazacak çok anımız bulunmakla birlikte geçmiştekileri; şimdilik saklı tutmak kaydı ile son Elmadağ seyahatine biraz takılalım istedim.

Efendim son Elmadağ seyahatimizde Nevzat’ın “mangalı yakarım gerisini seyreylerim” sözüne dayanarak, biraz da sıkışarak sığabildiğimiz dağ odasında sıkışıklıktan doğacak vahim sonuçlardan da kurtulmak için, kahvaltıyı yeni yapmış olmamıza rağmen “yavaştan mangalı yakalım” diyerek, Nevzat başta biz erkekler ardında bahçeye çıktık.

Tabi burada yolculuk boyunca otobüsü itmeye hala anlamadığım bir nedenden dolayı gönüllü olan gençliğin; o sıkışık odadan çıkmamak için yapmadıkları numara kalmadığından bahsetmeye sanırım gerek yoktur.

Neyse efendim Nevzat; yanmamak için direnen mangal kömürü ile mücadelesindeki başarısızlığını kendi dünyasında hafifletmek için biraz da sinirle kendini rakıya vermişti. Onun için böyle zamanlarda her şeyden önemli bir meze olan yoğurdunun; yol boyunca bize rehberlik eden köpeklerden birisi tarafından el konulmasına köpeğin iriliği yüzünden sessiz kalması zaten anlatılır gibi değil.

O anda Nevzat’ın ateşi; inanın mangaldan daha fazlaydı. Yani köfteleri başına dizebilsek; mangala gerek kalmadan işi bitirebilirdik.
O derece yani…

Hayır, yoğurdun elden gitmesi yetmezmiş gibi birde köpeğin bunu vicdansızca Nevzat’ın yanında olanca ağız şapırtısı ile götürmesi; Nevzat için resmen Çin işkencesi gibiydi.

Öyle ki yanmıyor diye bıraktığımız mangal bile bu zulme dayanamayıp, yanmaya başlamıştı. Artık siz halimizi düşünün.

İşte ben Elmadağ’da; bu Nevzat ve psikolojisi ile gezi sonrasında sis ile köpeklerin arasında kaybolmaya ramak kalma anlarını yaşamıştım.

Ama gene de o sisin içinde Nevzat “kaybolduk” diye ne kadar panikleydiyse; inanın ben bir o kadar rahattım. Çünkü köpekler bizi yemediği sürece yoğurt konusunu hatırlatıp, soğukla mücadelemi Nevzat’ın ateşiyle yapardım.

Baktım hava soğuyor ısınmam için “şapır şupur” demem yeterliydi.
Anlayın siz Nevzat’ı…

1 Şubat 2012 Çarşamba

SAHTE YEMEKÇİLER

İlginç insanlardan oluşan garip milletler yarışması yapılsa; inanın açık ara birinci oluruz. Neyi bu bakış açısı ile ele alsam; nedense çoğunda aynı kanıya varıyorum.

Mesela bu hafta sonu televizyondaki kanallardan birinde yemek programı yapan bir adamı gördüm. Konuşmalardan belli ki adam meşhur bir adammış.
Artık siz benim meşhurlarla ilişkimi anlayın.

Adam bir yandan programına davet ettikleri konukları ile sohbet ediyor, bir yandan da soğan doğruyordu. Soğandan önce havucu, biberi ve muhtemelen falanla filanı; ben kanala gelmeden önce belli ki doğrayıp halletmiş.

Neyse efendim böyle bir program yaptıklarına göre izleyenleri de var demek ki. O konuya bu yüzden zaten bir şey demeyeceğimde programa katılan konukların hayatlarında ilk defa yemek yapıldığını görmüş gibi ilgiyle olaya katılmaları beni benden aldı.

Evde anneleri “iki soğan doğra” dese inanın bin dereden su getirirler. Hatta bence hayatlarının hiçbir döneminde annelerine ya da eşlerine mutfakta böylesine katılımcı olmamışlardır.
O derece yani…

Ama o kamera var ya o kamera bütün olayı tamamen değiştiriyor. Her şeyi başkaları için yapmaya alışmış insanlar topluluğunun meşhurları; aslında işte böyle böyle bedel ödüyorlar.

Sahte dünyalara; sahte gülücüklerle içtenmiş gibi katılarak.
Biz de seyreyliyoruz bu komedi dükkânında neler olduğunu…
Çorbada tuzumuz olsun misali…

31 Ocak 2012 Salı

ELMADAĞ

Geçen hafta Pazar günü; yönetiminde olduğum halk oyunları derneğinin üyeleri ile birlikte Elmadağ’a kar pikniğine gittik. Sözde grubun liderliğini yapıyoruz ya kelimenin tam anlamı ile tam gününü seçmişiz.
Öyle bir gün ki sabahın erken saatinden itibaren Ankara’da yağan kardan dolayı göz gözü görmüyordu.

Dolayısı ile millet evinden bir türlü gelemediği için, yola da neredeyse iki saat gecikmeli olarak çıkabilmiştik.

Öyle ya da böyle sonuç olarak gecikmeli de olsa yola koyulabildik. Mangal için gerekli olanları önceden almıştık ama yolda mangala eşlik edeceklerin de alınması gerekiyordu.

Bu yüzden yolların aşırı kötü olması nedeniyle durunca kalkmanın sorun almayacağı düz bir yerdeki marketi şoföre işaret edip, otobüsü marketin önünde durdurdum.

Alışveriş için otobüsü durdurduğum marketin tesadüfen dernek üyelerinden bir arkadaşımızın teyzesine ait olması; o arkadaşın hiçbir dahli olmadan gerçekleştiği için, birkaç kişi bu tesadüfü şansla ilişkilendirip, seyahatimizin güzel geçeceğine yormuştuk.

Alışverişten sonra Elmadağ yakınlarındaki ilk yokuşta otobüs; “kusura bakmayın ben zincirsiz bir metre bile gitmem” dediğinde o arkadaşlarımın öngörülerinin ne derece tutarlı olduğunu da anlamış oldum.

Normalde bizden bir şey isteyecekler diye kıçlarını kaldırıp, iş yapmaktan çekinen, korkan genç delikanlıların; şoförün bir el atalım sözünden sonra canı gönülden otobüsün arkasına geçmelerini; genç jenerasyonda bilmediğimiz bir anlamı var mı diye merak etmedim de değil.

Ancak otobüsümüz bırakın ileri gitmeyi, itenlere inat geri geri gidiyordu. Sonuç olarak benim üstün ikna yeteneğime gerek kalmadan şoför kendi kendine zincir takmaya başlamıştı. “Zincir” dediysem hemen aklınıza; normal araba zincirleri falan gelmesin, bizim otobüsün zinciri; muhtemelen zincirlikten emekliye ayrılmış ama ayrıldığını henüz şoföre anlatamamış haldeydi.

Uzun uğraşlar sonrası zincir takma operasyonu tamamlanınca; gönül rahatlığı ile yolculuğumuza devam edeceğimizi düşündüğüm için, içimden “oh” der demez; ardından hemen “hay demez olayım” dedim.

Çünkü otobüs zincire rağmen gitmemekte ısrar ediyor ve yerinde durarak; sanki rampada dans ediyordu. Ben ne yapacağız şimdi diye düşünmeye başlamadan, otobüsteki genç nesil yine gönüllü bir şekilde “itelim” diyerek otobüsten inince; bunda kesin bir iş var düşüncesiyle gayri ihtiyari ben de otobüsten indim.
Hayır, bunların bu kadar gönüllü olmalarında bir bok vardı da neydi bilmek lazım değil mi ama…

Değilmiş efendim.
Bu tamamen bizim genç neslimizin mallığındanmış.
Bizde onlara uyduk ve mecburen otobüse el attık. Sanki yarım saattir yerinden oynamayan, oynamamak için her türlü figürü yapan otobüs ben elimi değer değmez gazlayıp, uzaklaşmaz mı?
Tabi şoför son yarım saatte çektiği rezilliği bir daha çekmemek için tam gaz gazladı gitti. Ben ve alınmasınlar ama yezitler; zincirin kopan parçası ile yokuşun dibinde kaldık.

Yokuş öyle bir yokuş ki yaz günü şortla yürüseniz; verdiğiniz kaloriler diyet yapanları kıskançlıktan çatlatır. Ama yapacak bir şey yok mecburen “tabanvay sağ olsun” diyerek yürüdük.

O gün Elmadağ’a gidip kayak yapanların bacakları inanın benim bacaklarım kadar ağrımamıştır. Artık siz yokuşu düşünün. Bir de sanki kutuplara gidiyormuş gibi giyindiğimiz için resmen soğukta terden eridik.

Bize on kilometre gibi gelen yaklaşık bir kilometrelik yokuş sırasında bölge insanın nasıl yaratıcı olduğunu da yerinde tespit ettik. Resmen orada kendilerini malkoçoğlu sanıp, atla bize nispet eden adamlar vardı.
Bir yandan “kendim ettim kendim buldum” diyorum, bir yandan da dilim bir karış dışarıda atın üstünde oynaşan herifçioğullarına sinirleniyordum.

Neyse efendim muhtemelen adam başı göbek bölgelerimizden bir mangallık fazlalıklarımızı verdikten sonra otobüse kavuştuk ve yolculuğumuza devam ettik. Ettik etmesine de Elmadağ’a gelince kayak merkezine çıkmadan yollar kapalı olduğu için bu sefer mecburen durduk. Ki zaten bizim kar pikniği yapacağımız yerin kayak merkezi ile hiç alakası olmadığını da işte o anda öğrendik.

“Elmadağ benden sorulur” diyerek bizi gaza getiren dernek yönetiminden bir arkadaşımızın malum gazı ile tam sömestr tatilinin başladığı hafta sonu oraya gittiğimiz için mecburen arkadaşımızın “ayarladım” dediği dağ evine gidecektik.

Ama dağ evinin yolu araçlara kapandığı için mecburen yürümemiz gerekiyordu. Haliyle elimizde yükler başladık yürümeye ama elli yüz metre sonra araçlara kapanmış olan yol; insan evladına da kapanmıştı.
Görmediğimiz bilmediğimiz dağ evine gitmek için yolumuz bile kalmamıştı. Anlayacağınız şaşkın ördekler sürüsü gibiydik.

Biz ne yapacağımıza karar verme aşamasındayken, nereden çıktığını tespit edemediğimiz ve neredeyse buzağı büyüklüğünde bir köpek yardımımıza yetişti.

Önce yanımıza kadar gelip bizi bir süzdükten sonra halden anlarmış edalarıyla ekibin önüne geçti ve yürümeye başladı. Buraların köpeği olduğuna göre vardır bir bildiği diye bizde peşinden…
Test edildi; mallık bulaşıcıymış…

Yolu olmayan karla kaplı arazide köpeğin yürüdüğü yerlere basarak yürümenin bile ne kadar zor olduğunu işte bu yürüyüş sırasında düşe kalka anladık.
Tabi yaklaşık yüz metre sonra etrafımızdaki köpeklerin sayısı bir anda on küsura çıkınca; Yusuf Yusuf türküsünü grup olarak söylemeye başlamıştık.

Düşünsenize köpek olduğu konusunda ciddi şahitler gereken dev bir köpek geliyor, sizi alıp boş bir arazide peşine takıp götürüyor.

Ortalıkta in yok, cin yok üstüne kırk kişi mal gibi köpeğin arkasından tıpış tıpış yürüyorduk. Sanki o çoban köpeği bizde kesilmeye götürülen kuzulardık.
Sonra bir anda etrafınızda it sürüsü…
Hem vallahi, hem de billahi köpekler resmen normal köpeklerin iki misli gibiler.

Yani bu köpekler; hep beraber bizi yeseler; kar kalkana kadar kimse bizden en ufak bir iz bulamaz. Resmen kendi ayağımızla kendi ecelimize yolculuğa gelmiş gibi sessizce yürüyorduk.

Oysa onlar tamamen iyi niyetli olarak bizi yolun bittiği yerden alıp, gideceğimiz dağ evine kadar getirdiler. “Dağ evi” dediysem hayalinize eziyet etmeyin sakın. İki odadan oluşan barakamsı bir yerdi yani.
Bütün köy bir araya gelip, yemin etse; oranın dağ evi olduğuna kendileri bile inanmazlar.
O derece yani.

“Dağ evi” dediğin şömine ile ısınır ve sizi ayrı bir ambiyansa sokar, sizde keyfinizin sefasını sürersiniz değil mi?
Değil efendim.
Bizim yakma hatasında bulunduğumuz şöminemiz; bizi ambiyastan çıkaran cinstendi. O yüzdende kırk kişi şöminenin dumanının nispeten ulaşamadığı diğer odaya geçerek, hep bir arada ısındık.

Ki zaten o ortamda ısınmamak mümkün değildi.
Çünkü bulunduğumuz oda; kalabalık yüzünden mesai saatlerindeki belediye otobüsü gibiydi. Hal böyle olunca; bizim delikanlıların nedensiz gevşek gevşek gülmelerini anlamadığım gibi pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı gibi geldi bana…
O yüzden de mangalı yakmak için grubun yarısını dağ evinin bahçesine çıkardım.

Neyse efendim Allahtan akşama kadar burada anlatmaya değecek kadar ilginç bir şey olmadı.
Tabi dönüşte herkesi önden gönderdikten sonra elalem dağ evine ayı girip, çıkmış demesin diye dostum Nevzat ile ortalığı toparlayıp, arkada kalmamız hariç.
Çünkü ortalığı toplamamız o kadar sürmüş ki yola çıktığımızda ne ayak izi vardı, ne da başka bir şey.
Yağan karı düşünün artık.

Bir de yağan kar yetmezmiş gibi önümüzü doğru dürüst göremeyeceğimiz yoğunlukta sis ve onlarca köpek vardı.

Yani Elmadağ; Elmadağ olalı gelenlere böyle zulüm hissettirmemiştir.

30 Ocak 2012 Pazartesi

KAR ROMANTİZMİ

Soğuk pek sevilmez ama bence kar; gerçek romantizmin yaşanmasının en önemli nedenlerinden birisi olabilir. Çoğunluk baharla birlikte insanın içinin ısındığını ve yürek çarpıntıları ile birlikte yeni heyecanları, yeni aşkları getirir bilir.
Kim bilir belki de öyledir. Ama benim için değil.

Bence kar ve soğuk yazın sıcağından daha romantiktir.
Çünkü daha özeldir.

Yazın yaşanan her duygunun içinde yaz sıcağı ile gelen cinsellikte vardır. İnce kıyafetler bedenleri daha özgür bırakıyor, görselliği daha çekici yapıyor ve dolayısı ile ilişkiler; biraz da bu yüzden daha yoğun yaşanıyor.

Ama karlarla kaplı bir yerde sevdiğinizle birlikte olmanın anlamının farkı bence daha farklı ve özel. Böyle bir ortamda yüreğinde sevdanın sesini hissedenler; sadece sevgilerini en saf hali ile ve yoğun olarak hissederler. Onlar için en önemli olan; her türlü zorluğa rağmen sevdiklerinin yanında olmasıdır.

Göz göze olmak, el ele olmak ve sarılmak; her şeyden öndedir.
Sadece sarılmak ve o anı yaşamak…
İşte bu romantizmden bahsediyorum.
O yüzden de işin içinde cinsellik olmayan romantizm; karda yaşanandır.

Özgürlükleri zorlarcasına dekoltenin bini bir para olan yaz sıcağındaki aşkın, sevdanın içinde; zaten doğal olan, hatta olması gereken cinselliğin olmaması hiç mümkün mü?

Güzel bir yaz akşamı; mum ışığında, belki bir deniz kenarında sevenlerin hissettiklerinin güzelliğini kim inkar edebilir ki?

Ama orada bile aşka, sevdaya etki eden bir ortam renklendirmesi vardır. Açık havada yanan romantik bir ışıklandırma, belki denizin aşkınıza kendi dilinde söylediği şarkısı; her şey o anın ortam renklendirmesidir.

Oysa karla kaplı bir yerde ortam rengi sadece beyazdır. Saflığın temsilcisi olan tek renk her yerdedir.
Ve soğuk, her şeyi zorlaştıran soğuk, insanın başkalarıyla paylaşımdan kaçmasına neden olacak kadar insanı içine döndüren soğuk; sizi etkisi altına almıştır.

Yani ortam rengi aslında sadece sizin renginizdir. Huzur içinizin size gösterdiğidir.
Ve inanın gerçek aşk; işte o soğukta size kendisini gösterir.

O yüzden bence soğuğa rağmen içinizi ısıtan bir sevdanız var ise ona iyi sarılın. Çünkü o sizin iç huzurunuzdur.
Mutluluğunuzun, mutlu olmanızın tanrının size gösterdiği şifresidir.
Ve o şifre; karla birlikte hissettiğiniz romantizmle size kendini gösterir.
O yüzden farklıdır.
O yüzden karda aşk; aşkların en güzelidir.