11 Haziran 2010 Cuma

İŞE GİTMELERİM

Yaklaşık bir yıldır özellikle kadın arkadaşlarımında beğendiklerini ifade ettikleri hüzünlü yazılar yazıyorum ama artık arada sırada olsa esprili yazılar yazmak ve sizlere tebessüm ettirmek istiyorum. Bakalım başarabilecekmiyim.

Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü doğru olanı hemen yapmazlar daha doğrusu bir türlü yapamazlar. Mutlaka önce kimselerin uğramadığı bir yanlış durağa uğrarlar. Onlar doğruya doğru koşarlarken kendilerinden emin edaları ile kafaları yukarıda koşarken, bastıkları yeri doğru dürüst göremedikleri için, önlerine çıkan ilk çukura düşerler, ilk taşa takılırlar. Yani önlerine çıkan ilk çıkıntı ya da girinti, onlar için adeta hiç beklemedikleri bir şoktur. Çünkü onlar yaptıklarından da yapacaklarından da çok emindirler, onların hedefleri bellidir ama o hedefe nasıl gidecekleri bir muammadır.
İşte böyle tiplere en güzel örneklerden birisi de benim.


Ne yapmak istesem mutlak en zor şekilde yapıyorum. En kolay olanları en zor yapmakta ki üstün yeteneklerimin bir gün keşfedilip meşhur olacağım günü iple çekiyorum. Öyle ki herkes için nefes almak, su içmek gibi doğal, olağan hatta yapanın nasıl yaptığının farkında bile olmadığı, yaparken nasıl yaptığını hissetmediği basit şeyler; benim için anlatılmaz şekilde zor ve meşakkatlidir. Herhangi bir insanın sabah evinden çıkıp işe gitmesi; basit şehir içi yolculuğuyken, benim için labirentte peyniri arayan aptal bir fare misali acayip bir şeydir. Tesadüfen de olsa evden işe kadar hiçbir şey olmadan kolayca gelsem bile emin olun şans denen şeyin benimle yolu hiç kesişmediğinden o gün işyerinin garajı doludur. Her zaman öğlene doğru babalarının işine geliyormuş gibi işe gelen ama kimselerin de onlara neden geç geliyorsun diye sormadıklarını düşündüğüm ve garip niteleyeceğim adamlar bile, böyle günlerde işe; onlar için sabahın körü olarak nitelenebilecek saatlerde gelerek; adeta benim garaja arabamı park etme ihtimalimi başarılı bir şekilde sabote ederler. Ayrıca onların dışında da sanki o gün herkes uykusundan erken kalkıp yollara dökülmüş ve garajda bana yer bırakmamak için sanki birbirleriyle yarışarak iş yerine ulaşmışlardır. Bazı sabahlar herkes işyerine girdikten sonra benim garaj kapısından yer yok gerekçesi ile geri çevrildiğim anda içeride gizlice gülüştüklerini de düşünmedim değil.
Durum böyle olunca mecburen işyerinin etrafındaki sokakları dolaşıp boş bir kaldırım kenarı aramak zorundasınızdır. Çalıştığım işyerinde görevli yaklaşık üç yüz kişinin başından bu park arama turu yılda bir veya iki kez gerçekleşirken, ne yazık ki benim için dünya rekorlarını kıskandırırcasına süreklidir.


Sabahları işyerimin etrafındaki tüm sokakları beşer kez dolaşmama rağmen bir yer bulamadığımda ara sokaklardaki o kaldırımların kenarına park edip hiç hareket etmeyen araç sahiplerinin ne iş yaptıklarını da kıskançlık duygusu ile hep merak etmişimdir. Hayır, bazen ben park edip aracın yanından ayrıldığımda herkesin evlerinden toplu olarak çıkıp sokakları boşalttığını bile düşünmüş sırf bu düşüncelerimin doğru olup olmadığını test etmek için, bir süre biraz uzaklaştıktan sonra geri gelip arabamı bıraktığım sokaktaki diğer arabaların gidip gitmediğini kontrol etmişimdir.
Ayrıca bir gün sabah sabah yolumun polisler tarafından kesilip aynı sokakları sürekli olarak ne diye dolaştığımın sorgulanması da an meselesidir.
O yüzden işyerinin arka sokağındaki karakolun önünden her geçişimde karakolun önündeki nöbetçi polis memuru ile göz göze gelirim de kendi kendine teslim olmuş seri katil muamelesi görüp bir felaket yaşarım diye önüme bakarım. Sırf bu korkum yüzünden önüme baktığım için, karakola arabayla bodoslama girecektim de Allah’ın bir lütfu diye nitelendirdiğim bilinmez bir nedenle arabam birden durduğu için, karakola giremedim. Daha doğrusu ben kafamı önüme eğdiğimde gözlerim pantolonumda gördüğüm yağ lekesinde takılı kaldığı için, karakola girememişim.


Düşünsenize sabah sabah karakola arabayla dalan daldıktan sonraki ilk sorgumda “nöbetçi memur beni tanımasın diye başımı önüme eğmiştim” desem bir dert, “arabama park yeri arıyordum” desem başka bir dert…


O anda anlamlandıramadığım bir neden yüzünden arabamın durmasıyla başıma gelebileceklerden kurtulduğum için, direksiyonun başında müziksiz göbek atarken, cama tıklayan nöbetçi memurun sağ gözünü kırparken kafasını iki yana sallayarak “hayırdır hemşerim” uyarısı ile kendime gelmem aynı dakika içinde bilmem kaç duyguyu yaşamama neden olmuştu.


Arabamın kendi kararı ile aniden durduktan sonra tüm çabalarıma rağmen bir türlü çalışmaması sonucu çağırdığım çekici ile servise yolculuğumuz; sigortamın süresinin bitmiş olması ve sigortacımın bunu yenilemek için her sene olduğu gibi, her müşteriye yaptığı gibi, olağan bir şey gibi yapmayıp, sanki intikam duygusuyla; “para verirken o sallıyor şimdi ben de onu birkaç gün sallayayım” gibi garip mantığı yüzünden; cebimden bin iki yüz elli liranın çıkmasıyla son bulduğunda boşu boşuna göbek attığımı da anlamıştım…


Tabi karakolun önünden buna benzer acayip atraksiyonları yaşamadan da geçmişliklerim vardır. Sadece yer bulamayıp yedinci geçişim öncesi karakola yaklaşırken, nöbet değişiminin gerçekleşmiş olması için bildiğim tüm duaları rekor hızla, muhtemelen de yanlış okumuşluğumda oldukça fazladır.


Lafı uzatmanın anlamı yok öyle ya da böyle sonunda aracımı park edip bagajı açar ve iş yerine doğru yürüyüş hazırlıklarına başlarım. “Ne hazırlığı” dediğiniz de duyar gibiyim. Hemen anlatayım, benim neredeyse yarım depo benzin harcayarak bulduğum park yeri aslında evimle işyerim arasındaki güzergâhta eve daha yakın düştüğü için, bagajımda olası bu uzun yürüyüş için spor çantam daima hazırdır. O yüzden sadece araba kullanmak için giymiş gibi olduğum kösele ayakkabılarımı çıkarıp, spor ayakkabılarımı daha doğrusu alışveriş yapmayı hiç düşünmediğim bir gün; tezgâhtarın benim salak salak bir ayakkabıya nasıl böyle parlak ve garip bir pembe rengin verildiğini düşünürken beynimde yarattığım boşluktan faydalanarak piyasanın en iyi yürüyüş ayakkabısı diye deyim yerindeyse kakaladığı ayakkabıları giyer ve işe doğru hızlı yürüyüşüme başlarım.


Tabi bazen kösele ayakkabılarımı arabanın bagajında unuttuğumu ancak işyerine ulaştıktan sonraki ilk garip bakışlardan sonra anladığım için ve de bacaklarımda arabaya geri dönüp alacak kuvvet kalmadığı için, lacivert takım elbisenin altındaki pembe yürüyüş ayakkabılarımla başladığım mesainin bitmesine kadar kıyafet rezaletimin mümkün olan en az sayıda kişi tarafından görülmesini sağlamak için odamdan çıkmadığım, bu yüzden de içtiğim çayları ve suları bünyemde tutup; insan fizyolojisini zorlayarak üçte ikisi su denilen tezi çürütürcesine tuvalete gitmeden odam da masamın başında geçirdiğimde az değildir.


Tabi böyle günlerde oda arkadaşlarımın mesainin ilerleyen saatlerinde rengimin morarmasına rağmen, yüzümdeki garip gülümseme ile oturduğum yerde titremelerle gösterdiğim dans eder gibi hareketlerimden, keyfimin yerinde olduğu izlenimini edindikleri de hatıralarımda sürekli tekrarlandığı için tazedir…