12 Şubat 2010 Cuma

O KADIN...

Delicesine bir tutku ile yaşanan aşkı, hiç beklenmeyen ölüm sonlandırmıştır.
Kadın kaybettiği eşinin yasını tutarken;
aşkının bitmediğini sadece ara verildiğini düşünerek anılarına sarılmış,
anılarla ayakta kalmıştır.
Ve kimsenin bilmediği bu gerçeği her gecenin sabahında yalnız kendisine söylemiştir.

Onsuz bir yaşamın zorluğunu, onsuz bir yaşamın nasıl ağır geldiğini;
delicesine bir tutkunun ardından gelen geceler boyu akan gözyaşları ile birlikte
yalnız kendisine söylemiştir.

Yalnız geceleri kalabalık gündüzlerde yaşayan yüreğinin acısını kimse bilmezken;
o sessizliğinde anılarını tüm yoğunluğuyla tekrar yaşayıp;
yarım kaldığına inandığı aşkının mezarı başında tutamadığı gözyaşları ile
sadece ona, sadece kaybettiği aşkına,
tutkunun, aşkın bitmez bir sevdanın adı, sembolü olarak kabul ettiğine anlatıyordur.

Orada, acısının sembolü olan o mezar taşının yanında,
sevdaya hasret yalnız ve sessiz kelimelerinde kaybolan anılarını;
artık yaşamayan, yanında olmayan ve hiç olmayacak olanla birlikte unutuyordur.

Böylesi derin iz bırakan sevdasına, böylesi iz bırakan ve
yarım kaldığına inandığı aşkına yalnız başına devam ederken;
kimsesiz yüreğini yeniden sevgiyle eline alan birisini tanıdığında;
sevdanın adını unuttuğu heyecanla yeniden öğrendiğinde,
sesini duymaktan kendini alamadığı kalp çarpıntısını tekrar duyduğunda,
yani yeniden sevdiğinde, yeniden aşık olduğunda kim ne diyebilir ki?
Kim onu suçlayabilir ki?
Kime ne ki?

Aşkı bedenden bedene dolaşarak öğrenenlerin, yani aşkı mundar edenlerin,
sevdayı sorgulamaya çalıştığı dünyamızda;
aşkın yüreğe yakışmasının adıdır.
O kadın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder